27 Ekim 2010 Çarşamba

avustralya hayalleri


niyetim selen'in yanına avustralya'ya gitmek. öylesine. gezmeye, tozmaya. haaa bir de bir kitap fikri çıkarsa bilemem, orası da bonusu olur artık. benim yazılar hep bir seyahat ya... uzun uzadıya da kalmayı planlamıyorum hani, şunun şurası bir buçuk aylığına. şu sıralar evraklarımı hazırlıyorum. asıl amacım yılbaşına yetişebilmek. şöyle bir havayifişek gösterisine dahil olabilmek sokaklarda.
böyle hevesli hevesli anlattığıma bakmayın. herkes önümde engel. önce annem başladı, ''vize verecekler mi bakalım?'' diye. ardından babam, ''biletleri alalım, yer kalmayacak.'' ailem ya, pek takmadım tabi. beni en çok geren süleyman bey oldu. selen'den aldım numarasını. özgür ve selen onunla başvurularını göndermiş ankara'ya. dedim ''benim de elimden tut, bir tatil yapıp geleyim.''

önce soru yağmuruna tuttu beni.
-nerde çalışıyorsun?
-hacıyatmaz film.
-hııı. çok kaygan bir işmiş.
-pardon?
-memur değilsiniz yani. neyse, evli misiniz? çoluk-çocuk?
-(annem bitti, bu başladı! bkz:http://melsevreka.blogspot.com/2010/10/annem-yani-gelecegin-anneannesi-bir-de.html ) yook. ne evliyim, ne çocuk var.
-haa siz o zaman başvurmayın.
-nasıl yani?
-paranız yanmasın boşuna, vize vemezler size.
-şaka yapıyorsunuz!! ama ben daha önce bir sürü ülkeye gittim. hatta isveç vizem var pasaportumda 2 senelik.
-farketmez.
-peki, teşekkür ederim o zaman.

adama bak yahuu resmen konsolosluk değil, o gitmemi istemiyor. inat ettim, onsuz başvuruyorum. tabi 2 ay sonra konsolosluğun 'RED' cevabını da haber verebilirim size. bakalım.
ama emine sağolsun, konsolosluk başvuru departmanında çalışıyor malta ve danimarka; o bana bazı tavsielerde bulundu, evraklarımın içine onun tavsiye evraklarını da ilave ettim. şimdi selen'den davatiye gelir gelmez, doğru postaya, ''ankara'ya yetişecek evrak var mektupçuuuuu.''

arbella ve babam


10 günlük çekim, montaj, animasyon, toplantısı falan filan derken neredeyse 2 aylık bir işin de sonuna geldik.
arbella! ve babamın meşhur olma durumları.
tam 46 film. ama artık severek, beğenerek izliyoruz diyebiliriz. özellikle sokak filmlerinde çok eğleniyoruz.
arbella.tv'de 'sokakta makarna', 'sizlerin seçimi' ve 'şeflerin seçimi' diye 3 ayrı katagoride toplanmış durumda.
izleyiniz... ama babamin linkini burada paylaşmak isterim. ben onun heyecanını, mutfak aşkını gülerek izliyorum. :))
hele bir de ''arbella burgu makarnası'' demiyor mu, yerim onu ben.
dahası derin ve müge, bir de yavuz.
aysu ve yadi bir de tuna, burçay, nazan teyze var. hepsi de çok güzeller. hele tuna makarnayı bir gümletiyor ki mideye, müthiş!!

http://www.arbella.tv/vidp.aspx?cid=2&vid=26

*ekip çok keyifliydi. yorulduk ama çokta eğlendik.

annem yani geleceğin anneannesi (bir de babaannesi) ve tuna bebek




''annem kafayı yedi.'' yazmak istesem de, öyle birşey diyemem tabi. cıızzzz!! annelere hiç öyle denir mi? hele küçüklüğümü hatırlayınca hiç diyemem. annem gariptir. yeri gelince dünyanın en modern annesi, yeri gelince en arabesk. erkek arkadaşımla bensiz yemeğe de çıkar ama çocukken terliğiyle peşimden de koştururdu. ben de canım sıkıldığı zamanlarda küfür ederdim, yakalamaç oynayacağımız için. alırdı terliğini eline başlardı peşimden koşmaya. yakaladığı an da yatırırdı yere halının üzerine başlardı evdeki hayaletlere seslenmeye ''getirin kırmızı biberi!!'' ''anneciğim ne olursun, vallahi bir daha demeyeceğim.'' ama saf ben, nasıl inanırdım o kırmızı biber gelecekte, ağzıma basacak diye. sonra affederdi beni, büyük lütuf! ben tabi memnun, ağzım yanmadan bu sefer de kurtulduk diye... gerçi şimdi olsa hay hay, 'en sevdiğim yemek ıspanaklı börek'tir meşur lafım ama artık çiğ köfte, hem de en acısından. herneyse yaa nerden nereye geldik.
asıl konumuz şu. kuzenim benden bir yaş büyük ve evlendiği yetmezmiş gibi bir de hamile. geçenlerde de tuna'yı görmeye gittik burçay'a. annelere de kadar denmezse de: annem delirdi. yok onun torun yaşı gelmişte, artık torununu sevmek istermiş de. yetmezmiş gibi bana demesin mi ''sen evlenmek için geç kaldın'' diye. işte şimdi de çıldırma sırası bende! nasıl geç kaldım? daha yaşım kaç benim? ama kadın ciddi. hem de çok ciddi. nuriş'te doğurdu. ehh ceren'i de biliyor. sanıyor ki kızı baya geç kaldı bu işlere.
candaş'a anlattım, diğer teyzemin oğluna. ''olur öyle şeyler, gelmişlerdir, giderler, sen merak etme.'' diyor. giderler mi gerçekten?

*tuna'nın fotoğraflarını paylaşmak istiyorum. öyle tatlı ki. öyle yakışıklı ki!! ama sakın nazar değdirmeyin.

derin bebek aramıza hoş geldi.




cerenimooo doğurdu. öyle yakışıklı bir bebek ki derin. bol bol saçları var.
ceren de sanki 10. çocuğunu doğurmuş gibi nasıl olgun, nasıl aklı başında davranıyor. bir kere rahat. bir buse, bir ben kucağımızdan indirmedik. ağladığında sakin. ne istediğini hemen anlayıveriyor. ben telaş yaptıkça da ''bebek bu, tabiki ağlayacak, sen heyecanlanma'' diye beni yatıştırıyor. tayfur derin'in ellerinden öptükçe ben sinirden kuduruyorum. eee bebekler en çok ellerini ağızlarına götürürler, bir mikrop kapsın istemiyorum. ceren yazık yine orada devreye giriyor. ''bırak öpsün, derin halinden memnun'' diyor.
bir de derin'in tayfur sevgisi var tabi. hiç birimize o kadar gülücükler savurmazken, tayfur onunla konuşurken, elini okşarken o kadar mutlu ki. anneanne ''babası sanıyor'' diyor. çağlar tüm gün işte olunca, sadece geceleri hasret giderebiliyorlar. ehh derin de her erkeği babası zannedip, üstüne atlıyormuş. erkeklerin kollarında daha mutlu. gerçi buse'nin profesyönel anneliğini es geçmemek gerek. hemencecik uyutuverdi bebişi kollarında. ben daha nasıl tutmalıyım, acaba rahat mıdır kollarımda stresleri yaşarken herkes benden tecrübeli manşallah. kucağıma almama kalkmadı, tayfur bey'ler laf yetiştiriyorlar, ''aman kafasına dikkat et.'' o kadarını biz de biliyoruz herhalde! zaten sadece o kadarını biliyorum ya.
neyse işin özü derin dünya tatlısı. ceren de ilk bebeğine rağmen doğurmuşta doğurmuş bir anne kadar rahat, bebeğinin ne istediğini anında çözecek kadar profesyönel ve annelik duygusunu ilk defa tadan bir kadın kadar acami. bakışlarından anlıyorsunuz. öyle derin bakıyor ki derin'e...

*bu arada kuzen müge de ocak'ta doğuruyor. onun ki de erkek ve yiğenim adı da DERİN.

21 Ekim 2010 Perşembe

irmik'e.


ben istanbul'a ilk geldiğimde kimse yoktu. bir tek 'o' vardı. şimdi herkes gitse yine o kalır. tüm katlanılmaz günlerimde, kimsecikler dahi yokken kaldıysa, bir ömür yine yanımdadır. o canımın bir parçası. bakışımı doğru aneliz edebilen, her gülücüğün sade bir tebessümden oluşmadığını anlayan kişi. bakışlarımın altında yatanı kelimelere döken, çok derinlerde dile gelemeyecek kelimeleri bildiğini bir kucakla ifade edebilen biri. yarım olmuş o, olmayan kız kardeşim... daha ağzımı açarken, söyleyemediklerimi duyup 'yaaa' diyen; 'ben sana söylemiştim.' yanımda olması gerektiğinde hiç çağırmadan başucumda bitiveren. hisleriyle hep beni çözümleyen. günlerce görüşemediğimizde birbirimizi aylarca görmemiş gibi özlemle, alelacele dedikoduya başladığım kişi o.
daha yurtta kalırken saçlarım diken diken olup, avazım çıktığı kadar bağırmaya başlamama gıdım kala, kolumdan tutup, beni yurttan çıkarıp evini açan da o. daha kuaför bilmezken (doğru kuaför kadınlar için çok önemlidir) ilk istanbul kuaför tecrübesi yaşatan da o. istanbul gecelerine aktığım, evde otururken bir kaset doldurup, tatlı bir anımızı kaybeden de o. (bu yazıyı okuyup, bu kaset işini anlayacak tek kişi de o.)
ardından evime yerleşirken eşyalarımı benden önce yerleştiren, birgün okuldan eve döndüğümde evin tanınmaz bir halde düzüneni değiştirip, eve girerken elime türk kahvemi sokuşturup, 'kızmayacaksın ama' diyen de o. canım yani işte. ahh cihangir, onunla ne anılarımız saklı sende. en şiddetli gözyaşlarını bir sen bilirsin, bir de o. her şarap-peynir-patlıcan salatası gecemde yine yanımda olan o. bavullar toplandı bir ara evde, yine o topladı ben elimi dahi sürmeye yeltenmezken. ne eğlencelere hazırlandık, hep yine ilk hazır olan o oldu. benim arkamı toplayan da. her daim dağınık cihangir'i o toplu yaptı. o temizledi. özellikle alkol doldurulmuş boş bardakların mutfak yığıntısını.
sonra onu evlendirdim. işte her iyi, her kötü günde birbirimizin olmazsa olmazı olduk onunla ben. iki kız kardeşten farksız. şu satırlarda paylaşamayacağım ne anılar hayatımızın bir parçası oldu. ne dağılmalar, ne yükselişler, ne bitişler, ne başlangıçlar yaşandı. ben işten izin alıp gidemesem de o mezun olurken, mezuniyetimde cüppemi giydiren yine o oldu. hiç kavga etmedik diyemem, bilgi koridorları bile duymuştur kırgınlık konuşmalarını. ama şimdi 'git' desem, 'gidemem' der. 'istemiyorum seni' dese, 'hadi be, sen onu külahıma anlat' derim. yine güleriz. yine sarılırız sımsıkı.
zaten hiç bırakmadık birbirimizin elini. hani eliniz telefona gittiğinde saat kaç diye bakmadan çevirirsiniz ya tuşları, hani habersiz evine gidebildiğiniz biri vardır ya. işte o. 'gel' dediğiniz an, nedensiz geliverir ya. öyle kaldırım kenarında ağlasanız şuğursuzca çağıracağınız tek kişi vardır ya. ya da evlenme teklifi aldığınızda biri gelir ya aklınıza, paylaşmalısınızdır, sormalısınızdır. öyle anneyle-babayla-sevgiliyle ya da kocayla konuşamayacağınız, kimseyle paylaşamayacağınız ama size ağır gelen duygular, hisler, korkular vardır ya. işte o sorulara cevabı olan kişidir o. telefonun bir ucundayken, başımı dizine koyabildiğim kişi. ve daha haber vermeme fırsat olmadan kutlamada karşımda kadehini kadehime tokuşturan kişi o.

6 Ekim 2010 Çarşamba

el freni


Babam evde değilse, annemin bir yere gitmesi gerekiyorsa. ne tamirci, ne kuaför, ne cami, ne kafe olmayan bir yere araba bozulursa ve annem yoldan geçen tüpçülerden yardım isterse halimiz tam da böyle olur!
itiyoruz itiyoruz araba bir gıdım ilerlemiyor. tüpçü amca 1 sorar, "Abla, el freni mi çekik yoksa." Annemden cevap "Aaaa, evet." der ve araba birden kaymaya başlar. Kanter içinde kalmış tüpçü 2 amcadan isyan, "Ahh be abla!" Aynı anda Emre de "Ahhh be anne." demektedir o sırada. Sue mu? ne yaptığımızı anlamaz ki, bir arabaya binmek ister, annemle attauyaaa gitmek için, bir biz niye aşağıdayız diye, arabaya binmez bizi izler.