17 Şubat 2011 Perşembe

ben bu yaz bembeyaz bir otelde... lalalala...

yarın yollara dökülüyoruz tayfur'la.
haftasonluğuna izmir...
iyi gelecek gibi.
hem biraz dinlenmek, hem istanbul'dan uzaklaşmak.
geçen haftasonu ağva'ya gittik. bir türlü sevemesem de şu ağva'yı iyi geldi işte.
karmaşadan uzak, şömine karşısında keyif yapmak biraz olsun rahatlattı beni.
her fırsatta uzaklaşmalı. sakinliğe doğru yol almalı. tayfur'la.
melis :)

iş dünyası

gecenin bu saattinde sette ışık yapılıyor ve benim de yapacak hiçbir şeyim yokken düşünüyorum. 'biz ne yapıyoruz?' diye. ekip ilk gün sabah 06:00'da set dedi. o gün sabaha karşı 04:00'e kadar çalıştık ve o günden bu yana 4 gün geçti. bugün de saat sabaha karşı 02:00 ve bunun daha en az 5 saati var. normal bir durum mu? sanırım manyaklık.
ama kimse de değil, asıl anormallik bende.
normal olmayan bir işten çıktım, en az eskisi kadar anormal bir sektöre girdim. burdan bir anlam çıkarmaya çalışmak istemiyorum. alacağım cevap, kendimi pek memnun etmeyebilir gibime geliyor.
daha 13 yaşındaydım. konservatuvara başlamak için geçmem gereken bir sınav da doktor sınavıydı. vücudum baleye uygun mu diye, doktor karar verecekti. hiç unutmam halit bey. halit pınar. seneler sonra ön çapraz bağımı kopardığımda beni ameliyat eden doktorum, 13 yaşındayken bana dönüp, ''bu güzel vücudu bale yaparak harcayacaksın, yazık. bırak bu sevdayı'' demişti. o zamanlar gencim (güzelim) gözüm kara. herşeye gögüs gerebilirim bale için. ilk aşk. aşığım o zamanlar. saftan bir çocuk düşünün işte beni. babam, annem sonsuz destek ama ilk başta tüm zorlukları sıralıyorlar... hepsine tamamım, yeter ki balerin olabileyim. makarna yok. pilav yok. dondurma yok. var olanlar mı? çocuk yaşta rejim. ya da sağlıklı beslenme. diyet yoğurt ve süt. bunlar bir nebze olur da; sorun sürekli çalışmakta. eşek gibi. hocalar diyorlar ''madencilikten sonra dünyadaki en zor 2. meslekmiş.'' kabulüm. ben mutluyum. (tahta uçlu) pointlerin üzerinde zıplar, o tahtalar parmak derilerimin içine girer, yarar, kanatır, tekrar giyerken daha da acır; problem değil. heves etmişim bir kere. bileğimi burkarım, ertesi gün derste gözümden yaş gelir hareketi yaparken, daha da şişer. lifim kopar, aman allah'ım ne acıdır. olsun. daha bitmedi. belim esnek değil. yüz üstü yatırırlar, baldırlarıma biri oturur, kollarımı arkaya uzatırım, 1-2-3 bir çeker, başım popoma değer. nefesim kesilir, belim kopar ama ne acı. ertesi gün tekrar yaptırırım. sırtımı dayayıp duvara, yere otururum. bir bacağımı biri, diğerini bir başkası tutar. iki ayrı tarafa ayırırlar, duvara birleştirirler. gözümden yaşlar gelir, 'sakın bırakmayın' diye bağırırım. biraz kalsın ki, alışsın kaslar. ertesi gün aynı terane, bir farkla pat lif atıverir, anında davul gibi bir çıkıntı kasığında. bacağını bile kapayamazsın. yürüyemezsin. en sevdiğin spor kayak mı? aman ha! yüzme. olmaz. ters kaslar çalışır. yazın bisikletle gidiyorsan her yere, artık yürümeli. o bisiklet üst bacağı bir şişirir ki, o da hiç istemedğimiz birşey. hiç bayılmadım, rejim yapıp. ama bayılanını çok gördüm. çünkü konservatuvarlar tehtit diyarıdır. sana süre verirler. zayıflayamadın mı? yallah. ''ee buna denk okul yok'' dersin. olsun, lise son musun? git başla orta birden. kilo alırken hocalarına mı sordun. kanter içinde provalar yap ama bir salatalıkla dur bütün birgün. sonra kendini bilmezlik tasla, bayıl. işi gücü yok okulun seni hastaneye kaldırsın. gözünü aç hastanede bin bir türlü laf işit. o değil de, ben birgün ön çapraz bağımı kopardım. nasıl canım acıyor, yerde kıvranıyorum. ders veren hocam ''bırak nazlanmayı da, kalk ayağa'' dedi. ''iyi misin?'' diye soran yok. şimdi acı acı gülebiliyorum hiç olmazsa. o zamanlar bu kadar olgun değildim tabi. daha ne hikayeler. kafana sandalye yemediğin mi kalır, hiç yemedim. ama arkamdan ayakkabı fırlatan hoca muhakkak olmuştur. en kötüsü de egolar. bir keresinde bir hocamla çatıştım. kadın (küfür etmemek için) söylemediğini bırakmadı bana. ben de dersi terk ettim ama kapıları vura vura. herkes şaşkın. esin o sene sınıfta aldım çünkü öyle bir kural var. kurula 7 hoca girer sene sonu, sadece biri geçirmezse geçemezsin. kalırsın. onca senen yanar kül olur. hem de ne uğruna. kendilerinin küçücük egoları. canım ya...
neyse şunu diyordum, kapıyı vurdum ama bir patırtı kütürtüyle. o gün insanları ikiye ayırmayı öğrendim işte. kendisine iyi davranılınca, iyi olanlar. ve kendisine kötü davranılınca seni sayanlar. ve daha sonra öğrendim ki 2. şık çoğunluktaymış bu hayatta. iyi niyetin su istimal edilirmiş genelde. ilk öğrendiğim zamanda, hocama öyle terbiyesizce davranmıştım ki, bana saygı duymaya başlamıştı. o günden sonra aramız hiç kötü olmadı. hatta o güne kadar bana öldürücü bakışlar fırlatan kadın, o günden sonra ne zaman görse gülümsemeye başladı. garip değil mi?

konservatuvar bana çok ciddi bir hayat okulu oldu. oldu olmasına da çabuk yorulmamı da sağladı sanırım. biraz bıktırdı. çok anı var anlatılacak. çok söz var söylenecek. herkes hakkında yapacak bir sürü dedikodum vardır. kendi hakkımda bile.
ama konu şu: bıraktım sanat camiyasını. bitirdim bale hayatımı. akabinde ne yaptım. tıpkı bale kadar deli, saçma, kendime eziyet eden bir başka iş buldum. muhtemelen set sabah 08:00 civarı biter. bu da birşey mi? sabah sete 06:00'da gelip, ertesi gün eve 15:00'de dönüp, sonra 17:00de uykudn uyandırılıp, şirkete gittiğimi, sonra bayıldım zannedip, ayakta uyuyakaldığımı da biliyorum. çok seviyorum kendime eziyet etmeyi canım. ruhumda var.

ben çocukken de böyleydim.

16 Şubat 2011 Çarşamba

deryuş ve cemo

tayfur derya ve cem'le tanışalı iki sene oluyor.
bu iki sene içinde çok şey değişti. bu cuma deryuş'lar nişanlanıyorlar.
konuya tayfur'dan girmemin sebebi de şu: tayfur hayatımdaki hiçbir arkadaşım veya ailem için iyi ya da kötü bir yorumda bulunmamıştır. ben de sormam, ''ee sevdin mi?'' soruları yoktur aramızda. eli mahkum sevecek :)
deryuş ve cemo'yla ilk buluşmamız izmir'de bir balıkçıda oldu. çok keyifli bir geceydi. rakılar, biraların yerini kahveler ve deryuş'un meşhur fallarına bıraktı. deryuş'la dedikodularımız, izmir-istanbul-yoncaköy maceralarımız, erkeklerin ittifakları derken hoş zaman geçirdiğimiz bir akşam yemeğinin ardından derya'lardan ayrıldık. onlar kendi, biz kendi arabamıza. tayfur arabaya biner binmez ''hayatında gördüğüm en tatlı çift. bir ömür mutlu olurlar.'' dedi. değil böyle bir yorumu, derya'lar hakkında tek kelime edeceğini beklemiyordum.
umarım tıpkı o gece tayfur'un şahit olduğu ilişkileri, tayfur'un da dediği gibi bir ömür böyle sürer, gider.

not: çocukların annelerinin baskısından kaçıp, melis teyze'lerinde huzura kavuşacaklarına adım gibi eminim.
not2: tayfur hakkında anlattığım bu anıyı okuyunca, ''ben öyle mi demiştim?'' diye kendi kendine sorup, unutmuş olup, ''alla alla'' deyeceğine 2 kat eminim.

Aşkın Gözyaşları'ndan

Aşkın Gözyaşları diye bir kitap okumaktayım.
Bu sefer Mevlana'yı değil, Şems'i anlatıyor. Ehh muhakak Şems kadar Mevlana'dan da bahsediyor. İkisini ayırmak mümkün mü? Şimdi düşünüyorum da, keşke zamanında Mevlana'yı daha çok sorsaymışım Yılmaz Dede'ye. Çok konuşuruz. Çok örnekler verirdi Mevlana'dan da, ben yeterince soramamışım ona. Yılmaz Dede'yle Mevlana'nın bağlantısını birgün anlatacağım.
Bugün ki hikaye tam da bir alıntı. Kitaptan... Aklımda kaldığı kadarıyla, eşe dosta yeri gelince nasıl anlatılırsa akılda kalan hikayeler öyle anlatacağım. Daha derinini bilen, daha iyi anlatacak kişilere şimdiden affola...

Birgün üç filozof Mevlana'ya soru sormak istemiş. Mevlana da onları Şems'e yönlendirmiş. Şems soruların hepsini ardı ardına duymak istemiş. Adam da üç sormuş ardı ardına. İlki, madem göremiyoruz, Allah'ın olduğuna nasıl inanacağız? İkincisi şeytanın ateşten yapıldığı söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz, ateş ateşe azap edebilir mi hiç? Üçüncü olarakta fikrini beyan etmiş, demiş ki; ''Ahirette herkes hakettiğini alacak, cezasını çekecek, dersiniz. Bırakın herkes istediğini yapsın.'' Şems adamı dinledikten sonra onu avluya çıkarıp, yerden kurumuş bir kerpiç alıp, kafasına geçirivermiş. Filozoflar hiç karşılık vermeden, koşarak kadıya gitmişler. Ehh Mevlana telaşlı. Şems kendinden emin, rahat. ''Merak etme, senin dergahına elini öpmeye gelecekler.'' demiş. Beklenen ki; kadı Şems ve Mevlana'yı huzura çağırmış, anlatmasını istemiş. Şems ''Bana soru sordu, ben de yanıtladım.'' demiş.

-Bana Allah'ı göster de inanayım, dedi. Şimdi başım ağrıyor diyor. Hani göstersin.
-Gösteremem ama ağrıyor.
-İşte Allah'ı da gösteremem ama var. Bana şeytana ateşle azap edemezsin, ikisi de ateş dedi. Ben de toprakla, toprak vücuduna vurdum. Canı acıdı. Demek ki, şeytana da ateşle azap olur. Sonra bana dedi ki, bırakın herkes ne istiyorsa yapsın. Ehh canım kafasına kerpiçle vurmak istedi, ben de vurdum. Şimdi niye hakkını arıyor?
İşte böyle. Bazen sorular sorar ve yanıtlar alırız. Çoğu bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar. Bir soruya verilecek, bir sürü farklı yoldan anlatılan aynı cevaplar vardır. Genellikle sorar, cevabını aklımıza yatıyorsa kabullenir, yatmıyorsa bildiğimizi okuruz. Ama cevapları kabulümüz de söylemeden söylemeye değişir. O yüzden psikologlar aslında, arkadaşlarımızın söylediklerinin tıpkısının tıpkısını söylüyordurlar ama onları daha çok dinleriz. Çünkü nasıl söylenmesi gerektiğini biliyorlardır. Ehh senelerce bunu okumuşlar. :) Mesela, birisinin yardımı gerekiyordur; ''Tut şunun ucundan.'' derseniz yapmayabilir ama ''Sana ihtiyacım var.'' herzaman kapıları açar. Gibi. Ve böyle.

15 Şubat 2011 Salı

facebook


şu facebook'u kullanım şeklimiz kendini aşmaya başladı diye düşünüyorum.
eskiden geyiklerine çok kısacık gireceğim, sonra sadede geleceğim.

tekneloji böylesine ilerlememişken, doğumlarda, ölümlerde, bayramda-seyranda popomuzu kaldırır, sevdiklerimizi görmeye giderdik. ya da giderlermiş işte annemler. sonra malesef ki hızla durum bir hayli değişti. cep telefonlarından sonra telefon eder olduk. hiç olmazsa birbirimizin sesini duyuyorduk. sonra telefon etmek pahalıya patladı, mesaj yazdık herkese. hiç sevmediğim bir sistem olur kendisi. özellikle bayramlarda toplu atılan mesajlara (bana bayram tebriği yapanlar bilirler) hiç cevap vermem. ismim yazılıysa, nezaketen. genellikle de geri ararım.
doğumgünlerinde arkadaşlarımı görmeye çalışırım. nişan, düğün elimden geldiğince yanlarında olurum ama ölüm... iki elim kanda olsa giderim. geç duyduysam kahrolurum. 'nasıl arkadaşıma sarılamadım' diye. cenazeye gitmez bir çoğu, içi kötü olurmuş. ben manşallah, cenaze çok sevirim. kim sever ki? kim kötü olmaz? her cenazede gözlerin buğu buğu, göğsümde bir ayıcıkla, zor nefes alırken yollara düşerim. mutlaka arkadaşımın gözlerinin içine baka baka baş sağlığı dilemeliyim.

bu örf adet zırvalıklarını geçiyorum. sinirim şu murat çetintürk'ün ölümünden sonra eşinin facebook'ta 'wall'una yazılan üzüntülü mesajlar; üzgün suratlar. bu ne demek? gerçekten ben anlayamıyorum ve birisi anlıyorsa bana anlatsın, ben de ada'ya yazanlardan özür dileyeyim. bir tek bana mı biraz ayıp geliyor acaba?

teşekkürler.
saygılarımla.

not: bugün saygılarımı sunmam gereken yazılar yazmaya zorlanıyor olmam benim kötü günümden mi, insanların anlamsız tavırlarından mı keşfetmem gerek.

14 şubat'ta kandil.

neyi neyle birleştireceğimizi şaşırıyoruz!
kalp şeklindeki kandil simitleri herkese afiyet olsun!

ahhh egolar ahhh, hepimizi yoruyorsun! özellikle sahiplerini...

türkiye'de olduğumuz için bunları yazmamam gerekiyor ama tutamıyorum kendimi.
daha sonra emre'ye yol-su-elektirik olarak dönerse yapacağımı da biliyorum ama.

2 gün önce emre türkiye şampiyonu oldu. ödülünü veren kişinin konuşmasından bahsetmek istiyorum. emre'yi birilerinin tebrik etmesi çok kolay. mesela turnuvada 2. olan mustafa yılmaz. çok yakın arkadaşı ve emre'nin 1. olmasından eminim ki hiç şikayetçi değil, hatta emre adına seviniyor.

ama gelin görün ki bazıları hiçte mutlu olmuyor. neden mi? ben emre'nin satranç hayatı boyunca bunu çözemedim. karşıma çıkıp, anlatsalar bu çocukla dertleri ne 'eyvallah' deyip, geçeceiğim. birazcık gazetecilikten anlarım. baya az buçuk. ama bir haber yapılırken, ne niyetle yapılıyor görebiliyorum.

mesela, şampiyona bittikten sonra bir takım yerlerde bunun haberleri yapıldı. haber nasıl mı yapıldı? şöyle ki; 'şu şu şu masalar berabere kalınca. emre can 1. oldu.' şimdi, biraz cevap vermek isterim.
1.liği paylaşmak gibi bir durum yoktu bu turnuvada. şayet 2-3 kişi turnuvayı aynı puanda bitirseydi, 1.lik için maç yapılacaktı.
2. söylemek istediğim şey, emre değil de başkası 1. olsa bu haber bu şekilde mi yoksa; örneğin şampiyon ben oldum. 'bu senenin türkiye şampiyonu melis can, tebrik ederiz!' şeklinde mi olurdu?

bence 2.si. daha söyleyecek birşey yok demek isterdim ama bugün turnuvanın ödül törenine göz atma fırsatı buldum. dereceye girenlere ödül veren kişi bir konuşma yapmış. özetle şöyle; 1.liği emre'nin alacağını hiç beklemiyormuş çünkü emre genellikle kolay kaznırsa kazanırmış, durumu iyi değilse hep beraberlik yaparmış mış mışta mış mış...

buna verecek o kadar çok cevap var ki. ben değil diğer türkiye'nin en iyi oyuncuları söylesin. emre kesinlikle beraberlik için oynamaz! emre ya kazanır ya kaybeder, çok zorunlu kalmadıkça beraberlik en sevmediği, en kişiliksiz sonuçtur onun için. nasıl oluyor da, ödül veren kişi bu kadar satrancın içindeyken, oyuncularından en önemlilerinden birinin oynama stilini bilmiyor şaştım doğrusu.

ayrıca 'tebrik ederim' demek bu kadar zor mı acaba? ne enteresan bu insanlar şaşıyorum gerçekten. ve emre'nin gayet mütavazi bir şekilde bu cümlelere cevap vermeyip, sadece gülümseyerek karşılık vermesini çok büyük bir olgunluk örneği görüyor. kendim o kadar olgun olamayıp, bunları yazdığım için bana kızacağını adım gibi bilmeme rağmen içimi boşaltma isteğimi de dünyada en çok sevdiğim kişiye duyduğum koruma iç güdüsüyle yaptığa inanıyorum.

saygılarımla...

not: bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa. insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa uzansak sonsuza.

2.not: hep sanat dünyasının içinde olup (konservatuvar), ego çatışmalarına çok şahit oldum, göğüs gerdim, karşı durdum. ve bu ister emre olsun, ister bir başkası; azınlıkta kalmış, hatta tek başıma duruyor bile olsam bir başkasının hakkını savunmaya devam edeceğim.

14 Şubat 2011 Pazartesi

2011 türkiye satranç şampiyonu: gm emre can

gm emre can 2011'in türkiye şampiyonu oldu. tebrik ediyorum kendisini.
ama son maçta başımıza gelenleri anlatmadan geçemeyeceğim.
2'miz de üzüldük. ben o üzülür diye daha çok. son maç emre çok sevdiği bir arkadaşıyla karşılıklı oynuyordu ve bu turnuvanın son maçı olmasaydı veya son maç emre'nin turnuva sonundaki yerini değiştirmiyor olsaydı. hiçte galibiyetle sonuçlanmazdı. mesela emre 1. değil de 11. olacak olsaydı onun için 11. olmak değil, burak'a karşı oynamamak gelirdi.
maçı bittiğinde 1. olduğu için mutlu ama burak'ı yendiği için mutluluğundan çok üzüntülüydü. sesi kazanmış gibi değil, kaybetmiş gibi geliyordu.
evet hiç profesyonelce durmuyor olabilir o taraftan ama emre böyle bir satranççı. sevdiklerine karşı oynamamı tercih ediyor çünkü sonuç kendi galibiyetiyle biterse karşı taraftan daha çok üzülüyor. ve bunu bana da mı bulaştırdı ne; ben de üzülüyorum.
ya böyle...
not: turnuvanın 2. gününde satranç tahtasında düşünürken ki bir fotoğrafını paylaşıyorum.

sorunun çözümü içimizde

insan hayatındaki bir sorunu çözemeyince mutlaka o sorun yenilenerek, ısrarla karşısına çıkıyor. genellikle de o çözümü yok gibi gözüken felaketler sadece içimizdeki bir problemden doğruyor. "ben bunu hakedecek ne yaptım?" sorusu aynı konu kişi ve yer değişikliğiyle beraber nüksediyorsa bunun tek sebebi kendimiziz aslında. sorunu kimin çözeceğini bulmak, nasıl çözeceğini bulmak kadar zor. "tamam, olay bende başlıyor da... nasıl bu döngüyü tersine çevirebilirim?" işte bu sorunun yanıtı da hayatı düzene sokmakta bir o kadar çözüme yönelik.

2 Şubat 2011 Çarşamba

defne joy :(

bugün sabah işe giderken arabada herhalde geveze'ydi "defne joy evinde ölü bulunmuş" dedi. günlerden de çarşamba olduğunu farkında değilim (pazartesi zannediyorum); güldüm tayfur'a "herhalde elendi bu hafta sonunda, şimdi de böyle haber yapıyorlar geveze'yle şakasına" dedim. iki dakika sonra tayfur elindeki telefonu uzattı, hürriyet'e girmiş. ve hürriyet'te aynı şeyi yazıyor ve şakası makası yok gibi duruyor. 'eee' dedim. "sanki bu haber gerçek?" "ehh tabi gerçek." dedi. ancak o zaman inandım "aaa inanamıyorum, aaa gencecik kadın. çok üzüldüm" kelimelerimin arasında...

ofise geldim, ilk iş haberi araştırmak ve doğruluğuyla düpedüz yüzleşmek oldu. bir garip oldum. bu kadar neşeli (ekran karşısında olman halini bilemem), hayat dolu ve çok genç olan birinin; ki şimdi diyeceksiniz, "ohhoo kimlerin başına neler geliyor, tanımıyoruz sadece" doğrudur da, işte göz önünde olunca... bir de şu yarışmayı evde olursam oturup izliyordum, nasıl dans ediyorlar diye. en son iki hafta önce annemle izlemiş ve "çatlak bu kız" demiştik, gülerek. ayy ne bileyim, hayat bir garip işte. ve bazen böyle olaylarla hiçte şakası olmadığını görüyoruz. bugün var, belki birazdan yok.

kaliteli yaşamak gerekir. kendimizden ödün vermemek. ne istiyorsak yapmak. büyükler hep derler, "hayatın kıymetini bil." varsanız baksanız hiçbiri de bilemeden yaşamışlardır. bir de istediklerini dayatma gibi bir özelliklerinin yanında bir de derler ki; "nasıl istiyorsan öyle yaşa. hayat başkalarını düşünerek yaşamak için çok kısa." falan filan...

üzüldüm çok.

1 Şubat 2011 Salı

rica+teşekkür: bütün istediğim bu!

bir gün sinirli sinirli eve gelip, tayfur'a anlatmaya başlamıştım.
inanın ne olduğunu hiç hatırlamıyorum ama olay şöyle, deli gibi sabah akşam çalışıyorum. kimsenin bir teşekkür ettiği yok. sonra ufacık bir eksikte, "ee bu hala yetişmemiş." ehhh, tabi ki! ben de insanın. anca, yapacağız işte. bir de çok çalışınca iyice tahammül sınırınız kalmıyor çünkü elinizden gelenden muhtemelen fazlasını yapıyorsunuz, karşılığında da istediğiniz çok bir şey değil, tek kelime 'teşekkürler'. tamam o da olmasın, bari sus değil mi?
yine öyle bir olaydı 10 istekten, 8'i bitmiş, 2'si olmaya çalışıyorken sinirle işten çıkıp, eve gelmiş, bir hışım tayfur'a anlatmıştım. "hakılı" demişti, karşımdaki kişi için. yangına körükle gidiyor sanki. öfkeyle, "nedenmiş o?" dedim. "senin işin bu. işini yaptın diye kimse sana teşekkür etmek zorunda değil!"
kimisi, çoğu böyle düşünüyor işte. ama bence hiçte canım!! nasıl bir restauranta gittiğimde garsonun işi de siparişi, alıp getirmekse ve ben sipariş verirken 'rica' ediyor, siparişim gelince 'teşekkür' ediyorsam işimi yaparken de bunları görmek istiyorum.
geçen pazar da bir arkadaşım "senin emir kipleriyle derdin var." dedi. haklı. öyle resmen aramız bir türlü ısınamadı. değil iş yerinde biri benden bir şey isterken rica etmesin, evdekiler bile "melis, meyve getirir misin?" demeliler. çok kez bunun tartışmasını yapmışımdır. 'getir-yap-et'in samimiyetle ilgisi yok. haa, eğer var derseniz, kimse benimle samimi olmasın. 2 kelime fazla telaffuz etseniz o narin dudaklarınızdan yorulur musunuz?
set en yoğun gündür. reji asistanlığı yapıyorsanız özellikle. sette herkes birbirinden bir şey ister. özellikle rejiler setten ayrılamadıkları için herşeyleri ayaklarına. neyse, olay şu; sette bile olsam bir istek hatırlamam ki, lütfenle bitmesin ve o ihtiyaç yerine getirildiğinde bilmem ki teşekkür etmemiş olayım. yani en yoğun anımda bile kibar olabiliyorsam, dünyadan bir ricam var; herkeste aynı saygıyı bana göstersin.
haaah bir de şu 'sen'-'siz' konusu var. sevmiyorum tanımadığım bir adamın gelip benimle senli konuşmasını. sen kim oluyorsun? ne haddine! değil mi? genlerimden kaynalı ki; biraz küçük gösteririm ayıptır söylemesi. bu tamam bir lütuf olabilir ama kimse bunu kötüye kullanmasın! taşındık yeni. ehh kuaförümü değiştirmesem de tamamıyla, föne cihangir'e gitmiyorum artık. karşımızdakini deneyeyim dedim, "hoşgeldin." ama yüzüme bakan yok. ya sabır. "fön çektireceğim, beni alabilecek biri var mı boşta?" "sen otur, gelirler şimdi." 'sen?' derken? ne bu yakınlık arkadaşım? kırk yıllık kuaförüm sanki. başka bir anıma hemen geçebilirim :) vukuatıma da diyebiliriz. :) yedi uyuyanlar'da sipariş verdik, 3 kızız. siparişler yanlış geldi ki, oluru var böyle durumların. benim sinirim yine 'sen' hikayesinden, bir de adam az biraz öküz gerçekten. derya'nın şekeri olduğu için papates yasak ona. o yüzden gözlemesinin siparişini verirken "ben sadece kaşarlı istiyorum, patates olmasın. özellikle rica ediyorum" dedi. sanki yanlış geleceği içine doğmuş gibi. ama 7uyuyanlar hep öyledir. efes'e gelen de, meryem ana'ya gelen de orada bir gözleme yediği için hep kalabalık ve garsonların kafalar hep ambole. gözleme gelmez mi patatesli. neyse be hala sakinim. "pardon" dedim. "biz kaşarlı söylemiştik. bu patates-kaşarlı." geldi, gözlerimin içine baka baka "hayır, o kaşarlı" dedi. açtım, içini gösterdim, "bakın patates de var" "ne yani yemicek misin?" diye sorunca nevrim döndü. " 'yemeyecek misiniz?' demek istenİZ herhalde" dedim. "haaa" dedi. "sen yemiceksen, götürücem çünkü" "hanımefendi!!" cümlesine ben bunu ekledim ama anlayacak biri var mı ki karşımda. yok. ama daha da kötüsü söyleyeceklerimi anlayabilecek kapasitede olup, anlamayanlar var karşımda, hem de bir sürü onu ne yapacağız?
ben kendi kendime sinir olmaya devam edeyim en iyisi. :) yok mu bana katılacak?