31 Ocak 2011 Pazartesi

evli kadınlar ve boşananlar

geçenlerde kadınların evli veya boşanmış olmasını konuştuk. çok sevdiğim bir kadına, kendisi evli ve benden 20 yaş kadar büyük, kadınlar ve evlilikler üzerine konu açılınca fikirlerimi söyledim. sonra da onunkileri dinleyip, hayatın hiçte toz pembe olmadığını tekrar tekrar hissettim. hem de 'gevur' izmirli olmama rağmen.
"kolay mı izmir'de boşanmış bir kadın olmak" dedi. aaa nesi zor olabilirdi ki? olmamış, ayrılmış kadıncağız eşinden. eee? dinleyince hak vermedim de değil doğrusu. hele önüme örneklerle sununca, hem de bildik, tanıdık örnekler...
meğer boşanmak ne zormuş. topluma hiç gelmeden, en yakınından bile çok ciddi tepkiler alabiliyormuşsun. öyle valizini alıp, "ben babama gidiyorum" demekle olmuyor. bakalım baban seni o eve alıyor mu? yoksa kocanın sarhoşluğuna, tokatlarına, hakaretlerine geri mi gönderiyor? "kızımı sana emanet ediyorum" damat deniyor gülücükler eşliğinde, sonra o damat kızlarına isdikleri gibi bakmayanca, annenin öğüdü, "ehh ben de neler çektim, kızım. ama bak hala babanlayım. kadınlık bunları gerektirir işte. yuvayı dişi kuş yapar" deniyor. oysa ki orada tek istenen şey; annenin sıcacık kollarında, hıçkıra hıçkıra ağlamak ve beraber bir çözüm bulacaklarına inanmak oluyor. ama nerede? annenin akılları, babanın küslükleri insanı daha beter çileden çıkartıyor. "sanki ben kocamın değişmesini, tanıyamadığım bir adama dönüşmesini isterdim!" kim bekler?
'toplum' derler ya; ailede başlar işte herşey, tek bir bireyde.
sonra eşinle katıldığın davetlere katılamaz olursun. hem tad almıyorsundur, hem herkes çifttir veya sizi çift görmeye alışmışlardır. yapayalnız kalıverirsin. ilk başta bir kaç telefon, 'üzgünüm' cümleleri sonra yakın bir zamanda onlar da silinip, giderler. arkadaşların da yoktur destek anlayacağın. belki kız kardeş, belki bir iki kız arkadaş. o kadar.
haaah bir de sülalene derdini anlat. her ağızdan ayrı bir laf dökülür. biri önceden o adamın ne mal olduğunu biliyordur, diğerine göre böyle olacağı bellidir. bir başkası da şaşırır. meğer çok sevmiştir damadı. üzülür hepsi. güya... belki bir kısmı gerçekten. ama pekte içten olmaz yine de.
gün gelir bir ortama girersin. bir kaç soru sonrası yüzüne şaplak gibi iniverir. "evli misiniz?" "hayır, boşandım" ayy o yüz ifadesi. çak bir yumruk olsun bitsin. sanki senin başına gelmeyeceği ne malum be kadın! diyesin gelir. ama sen hep susarsın. madursundur. eziksindir. kocayı boşadıysan konuşmaya da hakkın yoktur.
ooffff içim sıkıldı!

seren ve levent

bu cumartesi seren ve levent'in nişanındaydık.
bütün gece dans ettiler karşılıklı. çok eğlenceli bir çift seyrettik biz de. ve birbirlerine sevgi dolu bakan... bir ömür böyle olacağına eminim de; yine de dilektir, umarım hep birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakarlar, tıpkı nişan gecelerindeki gibi. 28 ocak sözleri, 29 ocak nişanları oldu. artık her ocak sonu kutlanmak için bir sebep var onlar için. mutluluklar!

akın'dan irem'e süpriz

emre'nin doğumgünü yorgunluğu geçmeden daha yorucu bir gece bizi bekliyordu ki o da irem'İn doğumgünü oldu. o gün biraz tansiyonelsel de olabilir, yorgunlukla alakalı da olabilir, anneme göre hiç olmasam da açlıkta olabilir vs. neyse bir problemden ötürü hazırlığa yetişemedim.

ama tam zamanında irem'lerdeydim. ev çok güzel süslenmişti. her yerde rengarenk balonlar uçuşurken, girişte, salonda 'happy birtday' pankartları asılıydı. ve müthiş bir sofra. bir sürü soğuk meze ve günaydın'ın lezzetli çeşit çeşit sıcakları.

tam tayfur'la içeridekileri öpmeyi bitirdik ki; irem, seren ve levent'in geldiğine dair duyumu alıp, asansörün önüne kameralar, fotoğraf makinaları, balonlar ve konfetilerle pusu kurduk. hemen asansörün önünde durduğum için irem'in ilk şaşkınlığına şahit olan da bendim. çok komikti. önce gözleri yuvalarından fırladı. ardından ağzını açtı, baktı ağzı kapanmıyor, elini ağzına götürdü. yüreğine inmediği iyi. asansörden dışarı adım atmasıyla, hepimiz bağırmaya başladık. konfetiler patlatıldı, ışık yandı ve herkes çığlık çığlığa. sırayla irem'e sarılmalar, öpüşmeler. çok keyifli bir başlangıç olduğunu itiraf etmeliyim. :)

ardından irem üzerini değiştirip, (şıklaşıp) salona girmesiyle; akın'ın sulukule'den mi bilemediğim; ayarladığı 4 çalgıcı 'doğumgünün bana geldiğin gündür'le içeriye daldılar. irem ikinci şokunda. bildiğiniz salak oldu. garip garip konuşmalar, olayları idrak edememeler. uzun süre bu hali üzerinden gitmedi. gidemedi. klasik irem şaşkınlığı saçmalamaları...
güzel bir yemek yedik. bol bol kadeh kaldırdık. on ikiye kadar göbek atıp, ardından oturup şarkılara eşlik ettik. tam bir fasıl gecesi... 'sevmekten kim usanır'la kapanan!

ne yalan söyleyeyim, irem'i böyle mutlu ettikçe akın'ı daha çok seviyorum. ellerine sağlık akınikoooo!!

27 Ocak 2011 Perşembe

zamanın değeri

geçenlerde bir grup efes-siena maçına gittik. efes fark attı, desem de inanmayın. ama neyse ki galip çıktık maçtan. aslında konumuz 'yendik veya yenildik' de değil zaten. zamanla ilgili konuşacağım. insan hayatında salisenin değeri veya senelerin önemsizliği...


geçenlerde emre'nin bir arkadaşı sınıfta kaldığını söyledi. ben de "aman insan hayatında bir senenin değeri ne ki?" dedim. amacım onu hem avutmak, hem de gerçekten 'bir sene okulu geç biterse ne olur ki' düşüncemdendi. bir sene önemli mi ki? bazen çok. bazen hiç. mesela tayfur şu gün gel bir sene yurtdışında yaşayalım, çalışmayalım, aylak aylak gezelim avrupa'yı dese muhtemelen "tamam" derim. herşeyi bırakabilirim. bir sene sonra döndüğümde kaldığım yerden devam ederim. anneme sorsam, "hayatına bu kadar çok ara verme" der. gönlüm basıp, gitmekten yana olsa da belki de onu dinlerim. konuştuğumuz süre bir sene. koskocaman...

şu maça dönersek; bir ara sırasında arkamda konuşan çocuklara kulak misafiri oldum. time'da sıfır altı yazıyor. atak sırası bizde. gençler tartışıyorlar. "o saniye mi? salise mi?" "yok olumm salise olur mu hiç? bir işe yaramaz." neyse maç başlıyor ve başlamasıyla altı salise sonra bitmesi bir oluyor. yani anında da diyebiliriz. :) sayı olamıyor doğal olarak. ama o top kerem'in elinden potoya doğru çıkmış da yol alıyor olsaydı ve saliseler bitmeden basket olsaydı, aldı salise boyunca nefeslerimizi kesecek ve üç sayıyı hanemize ekleyecektik. göz kırpma süresi konuştuğumuz süre. bir yandan upuzun...

ya işte böyle gün gelir bir seneyi çöpe atıveririz, gün gelir saliselere var gücümüzle tutunuruz. ama her anın birileri için kıymeti var işte. bir yıl sonra hapisten çıkacak biri için bir yıl kıymetliyken, sekiz ay sonra doğuracak hamile kadın için sekiz ay önemlidir. bir ay sonra okulu bitecek bir öğrenci, bir ayı sayar, iki saat sonra sınavı bitecek çocuk iki saati. beş dakika sonra sevgilisine kavuşacak adam beş dakikanın bitmesini beklerken. otuz saniye sonra maçı alacak satrançcı otuz saniyeye bakar.

herkes için her koşula göre ayrı değerli şu zaman...

surname


uzun bir aradan sonra dün tayfur'la surname'ye gittik.
tiyatroya gitmek çok iyi geldi. geçen sene ki gibi haftada bir rütinine bağlasak güzel olur aslına bakarsanız. ben de daha çok bilgi paylaşabilirim böylelikle sizinle...
oyun bir yandan güzel, bir yandan saçmaydı. kostümlerden başlamak isterim anlatmaya... tıpkı fotoğraflarda gördüğünüz gibi şaşalı, gösterişli ve üzerinde uğraşıldığını kanıtlarcasına ayrıntılıydı. hepsi çok tatlı bir sürü karekter vardı. tatlılıkları sahnede kaldıkları sürece bakiydi. yüzleri biraz ürkütücü olduğundan sahneden inip, seyircilerin arasına karıştıklarında tayfur'un kolunu sıkar vaziyette buluyordum kendimi. :)


ne yalan söyleyeyim oyunun bir kısmı çocuk oyunu gibi bir yandan eğlenceli, öbür yandan saçmalığından ötürü sıkıcıydı. ama dört kere olmak üzere istanbulbazlar diye bir ekip karşımıza çıkıp, herkesi çok güldürdü. sebebi de; istanbullu'ların ve benim gibi istanbul'da yaşarken istanbul'a ayak uydurmak (mecbur kalmak) adına istanbullu'laşan bir grup panik atak insanı taklit ediyorlardı. gündelik hayatta yaptığımız saçmalıklar. "sallanıyor muyuz?" deprem korkumuz. sokakta bir paket gördüğümüzde yanyan bakarak kaçmamız, bomba korkumuz. her daim bir yerlere yetişmek amacıyla koşturmamız, kazalarımız... trafik korkumuz. ya böyle bir ton korku ve o korkuların doğurduğu hayatı zevk alarak yaşamaya engel bir sürü alışkanlık.

not:düşündüm de hayat istanbul'da yaşayanlar için ne zormuş meğer.

24 Ocak 2011 Pazartesi

emre'ye doğumgünü



bu haftasonu kabul etmeliyim ki hareketliydi.
önce emre'ye süpriz doğumgünü partisi, sonra irem'e.
21 emre, 22 irem, 23 ahmet. ahmet'cik istanbul'da olmadığı için telefonla kutlayabildik ama olsun kalbimiz onunla :)

annem haftaiçi "melis emre'ye ne yapalım? süpriz yapalım mı?" dedi. ben de "süper fikir de kimi çağıracağız?" dedim. çünkü izmir'de de yapmıştık bir iki kere süpriz partiler kardeşciğime ama o zamanlar kimi çağırmamız gerektiğini biliyorduk. arkadaşlarını tanıyordum bir kere. almıştım emre'nin telefonunu tanıdığım arkadaşlarının numaralarını çalmıştım. tatatataam herşey hazır.
bu sene de aynı durum söz konusu oldu. annem emre'den adını duyduğu arkadaşlarının telefonlarını emre'ninkinden gizlice almış. ehh bana ulaştırdı. ben de tek tek aradım. mesaj attım muhtemel katılımcılara.

sonuç cuma akşamı işten çıkıp, eve vardığımda; fotoğraflarda da göreceğiniz üzere müthiş bir sofra ve bir güruh erkek beni bekliyordu. çok keyifli bir geceydi. en çok da emre için. akşamüstünden başladı şaşkınlıklar onun için. izmir'den efe geldi. onu havaalanından karşılamış annemler. eve girdiklerinde emre elinde playstation kalakalmış. şaşkınlıktan "hoşgeldin" bile diyememiş. :) sonra beni arası. "misafirin geldi izmir'den. sen gelene kadar ben ilgilenirim." dedi. sesindeki mutluluk herşeye bedel. keşke bütün izmir'i getirebilseydim. ama ona efe de yeter; biliyorum.

ehh efe geldi de, akşam organizasyonundan yine de haberi yoktu. sadece efe'yi çağırdık sanmış. sonra üç, beş arkadaşları gelmeye başlayınca tam bir süpriz parti oldu çünkü birbirini tanımayan bir grup insan. ingilizce kursundan, izmir'e; satranç'tan kadir has'a; ailesinden aysu'ya kadar herkes oradaydı. okullar tatile girmeseydi çok daha kalabalık olacaktık ama bu da emoş'a yetti. gerçekten gayet de güzel vakit geçirdik.


devirdik şarapları, biraları... rakının boynu bükük kaldı o gece. ama mezelerden herkes bol bol yedi. hoş sohbetin ardından (onca erkek bir araya toplanınca) pes 2011 turnuvası başladı. bir ellerinde biralar, diğerinde joystikler bir güzel oynadılar durdular. ben de paso fotoğraf çektim. akşam da çok geç olmadan (iki sularında) yatağa gittim ki; ertesi geceki partiye zinde katılabileyim...

23 Ocak 2011 Pazar

derin bebek-teyzem




o kadar yoğun bir dönem ki, hiç yazamadım. hiç anlatamadım.
ama bugün fırsat bulup, hemen bahsetmeliyim size derin'den.
aman allah'ım. inanamazsınız güzelliğine. nasıl erkek erkek bakıyor sanki kocaman adam. babası yavuz, o gözler. dudaklar annesi. sürekli bir hareket halinde ama. ya güler, ya emer. sürekli uyuyor. emerken bile dalıveriyor hiç uyanmak istemediği uykusuna.
garip bir his ama ya. çok garip. ailenin ilk bebeği bir kere. belki de o yüzden bugüne kadar hiç hissetmediğim duygular yaşatıyor bana. zaten bebekleri çok severim. mesela tuna var. nasıl bayılıyorum ona bilemezsiniz. ama derin sanki bizden gibi işte. yiğen sonuç olarak.
alıp kucağıma, sımsıkı sıkmak istiyorum. ısırmak istiyorum o bacakları. sıkıştırmak istiyorum o yanakları. ama bir de gerçekten tatlı yani. kuzguna yavrusu misali de değil hani. :) hemen fotoğraflar ekleyip, bana hak vermenizi sağlamalıyım.
herşey güzel olsun derin bebek için. derin delikanlı güzel insanlarla karşılaşsın. (hayatta en önemli nokta bence.) derin damat doğru birine 'evet' desin. derin babaya istediği gibi bir evlat gelsin.
ailemizin en değerli torunu, yiğeni, kuzeni vs. herkes şimdi ''bana ne demeli?'' diye tartışıyor. bana 'melis' diyebilir. ama ben ona şimdilik 'teyzem' diyorum. kulağa hoş geliyor sanki :))

PS: babası yüzünden fenerbahçe'li. onun suçu yok. o yüzden hiçbir türlü kızamıyorum kendisine.

13 Ocak 2011 Perşembe

gidene bay bay, gelene hay hay

2011'e bir 'merhaba' bile diyemedim.
öyle bir koşuşturmaca geçti ki; yeni yıldan bu yana, kimsenin hayatındaki değişimlerini soramadım.

2010'dan çıkarılan derslerin ve güzel günlerin anılarının varlığıyla hayatımızı sürdürebiliyorsak ne mutlu. birileri sürekli mutsuzsa veya hayatında birşeyler yanlış gidiyorsa, belki de hayatını gözden geçirmelidir. tarih de tekerrürden ibarettir, yapılan yanlışların sonuçları da.

o yüzden geçmişte yapılan hataların tekrarlanmadığı, çıkarılan derslerin uygulandığı ve güzelliklerin bir sonrakine taşındığı bir yıl olması çok önemli gibime geliyor. ama etrefıma bir göz attığımda birçokları 2011'i dört gözle bekliyorlardı. umuttur gelecek çünkü. asıl problem onu da yitirdiğinde...

umarım herkesin umutları avuçlarının içlerine yerleşir.

sinirlerimi hoplatırlarsa...

bazen beni sinirlendiriyorlar gerçekten.
abuk sabuk yorumlar.
kimsenin ağzı torba değil ki, büzesin.
ama asıl kızdığım nasıl bu kadar içlerinin pis olduğu.
ruhları kirli. mutsuz bir hayat, içlerindeki doyumsuzluk, saçma ego savaşlarına sebep oluyor diye düşünüyorum artık. günümüz dünyasına ayak uyduramıyorum kanımca.
herkes o kadar pis ve yanlış yaşıyor ki; kendi ezikliklerini yüzlerine vurmayınca kendilerini adam sanıyorlar. halbuki; önce insan olmaktan geçiyor bu iş. insan olmak! temiz yürekli. anlayabilen var mı acaba söylediklerimi? yoksa tüm dünya mı böylesine yozlaştı?

ölünce...


mevlana'yla ilgili bir kitap okurken; ölüm veya ebedi yaşam da diyebileceğimiz bir bölümümde aklıma bir anım geldi. önce mevlana'nın sözlerini aktarayım, sonra da hikayemi anlatırım. mevlana der ki; ''... cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme. benim buluşmam, görüşmem o zamandır. beni mezera koydukları zaman, elveda deme. mezar, cennet kapısının perdesidir. ... mezar hapishane gibi görünür ama aslında ruhun hapisten kurtuluşudur...'' işte böyle. ölümü ne kadar da huzurlu anlatıyor.

şöyle bir yedi yıl öncesine falan gittiğimde annem birgün ''yılmaz dede'nin annesi vefat etmiş, bir ara da baş sağlığı dile.'' demişti. en zor zamanlardır benim için. aramak, yanında olmak isterim ama ne diyeceğimi bilemem. cenazeye gitmek isterim ama nasıl nasıl davranmalı kestiremem. yine de ararım, yine de giderim. bence böyle günlerde insan ortalıklarda olmalı. en sevmediğim lafta ''ben dayanamam.''dır. dayanamam derken? ben sanki güle oynaya gidiyorum. oohhh cenaze var, yandan yandan. böyle bir saçmalık yok.

işte annem haberi verince, hemen yılmaz dede'yi aradım. ''yeni duydum kusura bakma, cenazeye katılamadım.'' dedim. ''olsun güzel kızım, istanbul'dan gelmene gerek yok.'' dedi. sesler tabi durgun. her ikimizde kısık ve en derin ruh halimizle konuşuyoruz. aramadan önce düşünmeyince ben, yine ne diyeceğimi bilemedim tabi. klasik, genel geçer cümleleri sıralıyorum. ''çok üzüldüm. allah sabır versin.'' dedim. öyle dingin, öylesine kendineden emin konuştu ki; hiç cevap veremedim. ''üzülmüyor musun yani?'' diye soramadım. şöyle dedi: ''annem allah'a doğru yolculuğa çıktı.''

ses tonundaki açıklama da ''o iyi. ben onu şu aralar göremeyeceğim için üzgünüm ama ebedi mutluluğa kavuştu o.''ydu.
bugün bu hikayeyi okurken hemen o telefon konuşmasına gidiverdi aklım. ''ben de birgün böyle düşünebilecek miyim?'' diye sormuştum kendi kendime. yok hala o mertebeye erişemedim. belki birgün...

not: aslında bir soru. fotoğrafı sevdiniz mi? cennete çıkan merdivenler babında.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Wakan-Tanka


*düşmanın zayıflığı bizim kuvvetimizdir.
bu lafı prensip olarak tutmuyorum. karşımızdakinin zayıflığından değil, kendi üstünlüğümüzle başarı elde etmeliyiz gibime geliyor. fakat şöyle bir durum var ki; kendimle çelişiyorum: geçenlerde emre'yle yaptığım röportajda, emre ''maçlarda senden zayıf veya güçlü rakip olması önemli değildir. o maç içinde hata yapıp, yapmadığı önemlidir.'' dedi. çünkü sen çok iyi oynasan da karşındaki hata yapmazsa yenemezmişsin. tamam bu doğru olabilir.
ama ben şöyle bu lafa irite oluyorum. muhtemelen de bu konservatuvardan kalan bir his. temsilden önce ana kast sakatlandığı için, yerine rolü çalışan kişi çıkıyorsa hiç dans etmesin daha iyidir gibi...
bilemedim sayın wakan-tanka'ya hem hak vermekteyim, hem vermemekte.

*tek ayağı kanonun tek ayağı kayığın içinde olanlar nehre düşeceklerdir.
evet! öyle. bir, aç gözlülükle ilgili. ikisi birden olamaz.
ama benim için ikinci anlama daha iyi: artık kayığa atlamaya çalışıyorsan atla gitsin. cesur ol. bırak kanoyu çok gerilerde...

*ağızda daha az gökgürültüsü elde daha çok yıldırım olması iyidir.
çok laf, az iş herzaman tercih sebebidir. yeaaap!

*çocuklarınızın size ait olmadığını yaratıcı tarafından size ödünç verildiğini biliniz.
bunu çocuğum olduktan sonra yorumlamak isterim. şimdilik atıp, tutmak kolay kanımca. :)
ama hak verdiğimi söylemeden de edemeyeciğim. :))

*büyük ruh sana 2 kulak ve 1 ağız verdi ki; dinlediğinin yarısı kadar konuşabilesin!
güzel laf.

*bir kere al şunu demek, 2 kere ben vereceğim demekten iyidir.
egonu kontrol atına al yani. ehh yani. haklı adam. ''benim sayemde buralardasın-şuna sahipsin lablablab lablablam.'' nefret ederim.
'iyilik yap denize at.' da yaşam felsefem bu arada. öyle 'carpe diem' gibi avrupayi bakış açılarım yok.
hatta en çok sevdiğim yönüm bile olabilir bu. herkes için elimden geldiğinin fazlası kadar uğraşabilme potansiyelim var, karşılığının gelmeyeceğini bile bile. orada önemli olan ''o benim için bunu yapar mıydı?'' değil. ''ben onun için yapmak istiyorum.''

*çakal her zaman dışarda bekler ve çakal her zaman açtır.
haklı. gözünü aç, yem olma.
akıl veririm de, bilemem uygulayabilir miyim? aptallık değil çünkü bu. iyi niyetlilik. iyi anlamda saflık.

*önceden görülmüş bir tehlike yarı yarıya atlatılmıştır.
tıpkı istemek başarmağın yarısı gibi. :)
şaka bir yana, evet tehlikeyi gör, çözümle ve harekete geç. genellikle bu yetileri az oluyor insanların. sonra da zamanı geri döndürmeye çalışıyoruz. ama ona da ne imkan.

*gözlerinde yaşlar varken, geleceği göremezsin.
bu favorim diyebilirim! özellikle kızlar (onlar kendilerini bilirler) size hitap ediyorum. bazen öyle zamanlar geliyor ki, sürekli mutsuz, daima huysuz oluyoruz. yolunda gitmiyor hayatımız. isteklerimiz olmuyor. ama belki de geçmişe yanarken, gözümün önüne gelen fırsatları kaçırıyoruz.
bu sözle pek alakalı değil ama bir hikaye anlatmak istiyorum, geçenlerde derya benimle paylaştı. adamın biri sürekli tanrı'ya yalvarıyormuş. ''tanrım sen bana çalışmama gerek olmadan, havadan para nasip et. öyle çok para ver ki, ömrüm boyunca bir daha hiç uğraşmayayım.'' sonra bir türlü zengin olamamış ve günün birinde ölmüş. yukarıdakine sormuş, ''ben senden o kadar istekte bulundum, neden cevap vermedin?'' ''ehh be adam!'' demiş tanrı. ''sen bilet aldın da ben vermedim mi?''

Wakan-Tanka
ruhların yolculuğu

10 Ocak 2011 Pazartesi

marche ve al'jamal

geçenlerde izmir ve istanbul'dan bahsetmiştim. ehh hep bunun hakkında yazmaya da devam edeceğim. kopamadığım iki şehir. eskiden sorsalar hangisi diye, düşünmeden 'izmir' derdim. şimdi alıştım galba istanbul'a da. seçim yapabilir miyim bilemedim. belki işimi izmir'de de yapabiliyor olsam, muhtemelen o zaman hiç düşünmeden giderim. arada bir istanbul'u ziyaret şartıyla tabi. emre'yi görmeye sık sık gelirim artık. bir de tayfur var. onun da benimle taşınmayı kabul etmesi gerekiyor ki, bu zor sanırım.
bu sefer iki şehir arasındaki karşılaştırılma şöyle: gece klüpleri. barlar. restaurantlar. kafeler. ve böyle. istanbul'da ne yaparsan yap ama iyi yap, bir de reklamını yap, ehh iki üç tanıdık yüz oturt bitti. tutar. izmir'de ne yaparsan yap tutması çok zor.
geçenlerde izmir'de marche diye bir mekana gittim. ilk başta hiç eğlenemeyeceğimi sandım çünkü gittiğimde saat 01:00 civarıydı ve mekan boştu. o saatte istanbul'da bir mekan boş olması mı, cumartesi mi; im-kan-sız. bir de gidilecek o kadar az yer varsa. sonraları bir baktım ki; (ne kadar mekan dolmasa da) eğlenmeye başlıyorum. burası bizim al'jamal adeta. nasıl içtik, nasıl dans ettik belli değil. çok keyifliydi. showlar basit ama güzeldi. ve her bir show bir öncekinden daha komikti. sabah 05:00 sularında oradan ayrılırken, ilk geldiğim andaki kadar kalabalık hakimdi. mekan kapanacak, gece (sabah) öyle bitecekti belli ki. ahh bir de misafirlerden kimler kimler platformun üstüne çıkıp, dans etmedi ki. nasıl güzeller, insanın bakası geliyor. otur öylece izle.
buradan çıkardığımız sonuç ise izmir, istanbul'la kıyaslanamayack kadar kısır ama bir yandan da geri kalmıyor. kızlar müthiş ve neyse ki, kimse abuk sabuk dağıtmıyor. izmir'i seviyorum.

hürrem sultan ve dizisi


ne 'muhteşem yüzyıl'mış be kardeşim! dizi ya.
bu sabah bunun hakkında yazmaya karar verdim. bugün lafı oldu.
ne para harcadılar ki helal olsun. ama bu kadar dekor dekor duruyor olması pek hoş olmadı gerçekten. kostümlere gelince, serdar'ın ellerine sağlık gerçekten. hele nebahat çehre'yi bir giydiriyor. insanın hürrem değil, ayşe hafsa sultan olası geliyor.
çok merakla beklendi. raytingleri alt üst etti. ee o zaman bırakın da yayınlansın. izlensin. ilkokul, ortaokul, lise çok okuduk istenilen gibi. beynimize kazındı yeterince. biraz da hikayesine bakalim canim.
şöyle ki, ben bu satırları yazarken annem ve birçok kadın, hatta erkek bu diziyi izlemektedir.

Güzel Bebek Derin


Müge bu sabah sularında Amerikan Hastanesi'nde doğumunu gerçekleştirdi. Ortaya da nur topu gibi bir Derin Bebek çıktı. Bugün ve yarın ve ertesi gün set, iş derken yiğenimi üç gün gecikmeli göreceğim ama gel gör ki, teknoloji nasıl ilerlerdi: bebiş doğdu, üç saat sonra ben onun fotoğraflarına ulaşabiliyordum. :) Hem iyi, hem kötü. İyi çünkü onu gördüm, içim rahat. Kötü çünkü 'insan nasıl olsa gördüm' diyebilir. Tabiki öyle birşey söyleyemiyorum minik yiğenim hakkında ama görmeye de gidemiyorum. İş dünyası.

Neyse, şöyle ki Derin'ciğim; seni kucağıma alıp, koklayıp, ellerini sevip, ayaklarını öpmek için can atıyorum. Nasıl erkek erkek bakıyorsun öyle sen. Bitanem benim. Güzel bebek. Burada bir not düşmeliyim.
Not: Geçenlerde Derin'in doğumu hakkında konuşurken, annem benim doğduğum andan bahsetti. ''Ayyy çok çirkin bir bebektin. Eciş, bücüş.'' dedi. Ben de ona ''Saçmalama. Dünyanın en güzel bebeğiydim.'' dedim. (Hani kuzguna yavrusu hoş gelirmiş ya, ona göre de dünyalar güzeli olmalıyım.) Ama yok çok küçük doğmuşum, yok o kadar zayıfmışım ki yüzüm kırış kırışmış derken, sonuç hiçte anasına yavrusu hoş gelmemiş. Hatta hemşire beni babama götürmüş, anneme geri verirken de, ''Babası bu bebeği hiç beğenmedi.'' gibi bir laf etmiş. Bak sen!! Babam beni beğenmeyecek? Duy da inanma!
Neyse kısa bir anektottan sonra konumuza geri dönüyorum. Bugün normalde ben doğuma gidip, kameraya çekecektim ama iş olunca gidemedim ve anneme devrettim çekim işini. Doğumdan sonra da konuştuk. ''Eeeee, nasıl, güzel mi?'' diye sorunca ben, o da (titrek bir sesle) ''Çooook güzel. Bir görsen...'' dedi. Ve ben Derin'in güzel bir bebek olduğuna inanmıştım zaten. Görmeme gerek yoktu. Ehh anneme ben bile çirkin geldikten sonra, doğru yorumlarda bulunabilirdi sonuç olarak. Annem 'güzel' deyince konu kapandı. Derin müthiş güzel bir bebek!

Not:En yakın zamanda onu görüp, sonra duygularımı sizlerle paylaşacağım. :)

Bir Haftasonu


Haftasonumu İzmir’de Deryuş’la beraber geçirdim. Herşey çok keyifliydi. Beni havaalanından karşıladı ve doğruca tadına hasret kaldığım kumrumu yemeğe götürdü. Çifte Kumrular’da bir güzel karışık kumrumu mideye indirdikten sonra çaylar eşliğinde hasret giderdik.
Ertesi gün biraz koşuşturmaca. Derya’nın iş gezileri, benim İzmir işlerim ve en güzeli Şubat’taki nişan için tuvalet provası. Melek gibi bir kız olacağa benziyor. Ardından İzmir’e gelip, hayatta kaçırmayacağım bir klasik. Kordon! Bira, patates ve Sunset. İzmir’e geldiğimde yaşamadan geçemeyeceğim dakikalar. Denize karşı kadeh tokuşturmalar.
Hava çivi gibiydi aslını sorarsanız. Ama yine de dışarıda oturdum. İzmir havası özlemiştim sonuç olarak. Tek problem kışları kömür, yazları boğucu sıcağıyla İzmir havasını içime çektim. Akşam Jale’yle yedik yemeğimizi. Ama ne sofra kurulmuş... Tekirdağ rakılar da kadehlere doldurulmuş. Bir güzel dedikodu yaptık Jaleşim’le (Derya’nın annesi. Bayılırım kendisine).
Cumartesi Altınyunus servisine yetişmek için sabahın altısında ayaktaydık. Otele gidince biraz Derya’nın odasında uyurum diye düşünsem de, hiç gerek kalmadı çünkü gözler faltaşı gibi açılıverdi bende. Bir güzel kahvaltımızı ettik. Bütün otelle, isimlerini duyduğum çalışma arkadaşlarıyla tanıştım ve sohbet muhabbet öğle yemeğini ettik. Yemekten sonra tüm otel dakikalarının en güzel anlarına gelmiştim. Şimdi masaj vaktiydi. Kendimi sihirli iki elin arasına teslim edip, yumuşacık kokulu, güzel dekore edilmiş bir odada, hafif bir müzik eşliğinde uzanı verdim. Müthiş bir bir saatti. Ama nasıl huzurlu. Vücuduma dökülen yağların aramotik kokuları burnumla buluşup, sırtımda hissettiğim yumulacık ellerle çok güzel dakikalar geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Ehh ama otele gidip, spa’ya uğramadan da olmazdı doğrusu. Masajımın ardından biraz uzanıp, ılık bir duş aldım ve koşarak Deryuş’un süpriz doğumgünü partisine katıldım. Mumlara yetişemesem de fotoğraf merasimini yakalamıştım. :)
Güzel bir günün ardından Derya'yla başbaşa bir akşam yemeği yedik. Can Yücel Sokak'ında. Kırmızı şaraplarımız kadehlerimize doldururken birbirimizin gözlerine bakıp, gülümsedik. Ne günler geldi, ne günler geçti ve Derya yaşlanıyor. :) Benden hep biraz daha yaşlı...
Yemek ertesi güzel bir eğlence bizi bekliyordu. Apar topar (Hep geç kalırız ama hep ki; nefret ettiğim bir şeydir geç kalmak ama Derya'ylayken bu durum böyle. Eh ben erken hazırlansan onu bekliyorum ki; en nefret ettiğim şey... Farkındaysanız birinden nefret ederken, diğerinden en ediyorum. :P ) hazırlanmak için eve gittik. Topukluları ayaklara geçirip, rujları dudaklara sürüştürdükten sonra sabaha kadar içip, dans etmek adına Marche'nin yolunu tuttuk.
Ertesi gün uyandığımızda pestilimiz çıkmıştı desem yalan olmaz çünkü yaşlandık. (Bunu ancak Derya anlar. Ortaokul, lise dönemlerimizde yazları iki buçuk ay boyunca her gece içer ve ertesi gün zinde kalkardık. Öss'ye hazırlanırken Cumartesi partilere katılır, iki-üç saat uykuyla dersaneye gider, ders sadece dinlemez, bir de anlardık. Şimdi bizden geçmemişte, kimden geçmiş. :P )
En zoru da karşılıklı kahvelerimizi içtikten sonra, havaalanına doğru yol almaktı... Nasıl da güzel geldi; o üç gün ikimize de.

8 Ocak 2011 Cumartesi

izmir'deki sarı araçlar


bu haftasonu izmir'deyim ve inanılmaz mutluyum. deryuş'un doğumgünü bahanesiyle gelip, izmir havasını ciğerimin en derinliklerine kadar çekiyorum. gelir gelmez kendimi atıverdim alsancak sokaklarına. yürüdüm uzun uzun. geçmişten kareler geldi gözlerimin önüne. hiç bu kadar ayrı kalmamıştık izmir'imle. uzun zamandır da böyle buluşamamıştık başbaşa. deryuş görüşmeleirnde, çalışıyor. bense hasret gideriyorum.
ama bu hikayenin konusu izmir'e özlemim değil. izmir'deki ilk günümde, izmir'le, istanbul'un bir farkının daha anında yüzüme çarpılması. bildiğim bir gerçekliğin, beni buluvermesi. şöyle ki efendim, istanbul'daki taksicilerin (hepsi olamaz tabiki ama bu kelimeyi hak edenlerin) terbiyesizliğini herkes bilir. müşteriye açlıkları yok. yağrmur yağar almazlar. karda hayatta. trafikli bir bölgeye gidersiniz, giremezler. saat 15:00 dedin mi önünden on boş taksi geçer, hepsi olmaz işareti yaparlar elleriyle. yakına gidersiniz, ''arkadaki arabaya binin.'' derler. ayıptır ya. canıma nasıl tak etmiş ki, böyle hınçla yazıyorum.
neyse, dün yaşadığım bir olay. izmir'de konak pier'in oradan taksiye biniyorum. ''düz gideceğiz, köprü'ye.'' diyorum. izmir'li olmayanlar için dipnot: taksi'ye bindiğim yerin biraz ilerisinde iskele var ve yoldan üst geçitle oraya bağlanıyor. orası da geniş bir köprü çünkü ahmet piriştina zamanında izmir'i güzelleştirirken, kanak'a da el atmıştı. her neyse olay şu; bindiğim yerden 200m sonra köprü var. taksici beni alıyor. ben köprü'ye deyince hiçbir problem çıkıyormuyor ve 200m gittikten sonra ''otobüs duraklarından önce mi sonra mı?'' diye soruyor. şaşırıyorum ve o da şaşkınlığımı anlayıp. ''köprünün orada inmeyecek miydiniz?'' diye soruyor. daha da şaşırıyorum. ama adamın bnei yanlış anlamasına değil. nasıl oluyorda bu adam üç lira için beni arabasına almış ve kızmadan, benimle güler yüzle konuşuyor? haa, bu taksici de istanbul'daki neci? tamam daha az trafik olabilir. tamam daha az streste olabilir. ama bu insanlar aynı saat dilimleri içerisinde, araçlarında ve yollardalar. taksici genci, ''yok, yok köprü'ye'' diye yanıtlıyorum ve ona teşekkür ediyorum. bu kadar anlayışta, benim bünyeme ters canım. adam hem iki adımlık yer sanıyor, hem tam müşteri bulabileceği bölgeden geçerken beni arabasına alıyor, hem de güler yüzlü, hiç kızmamış bana. aman allah'ım!
ama şunu da söylemelim ki, gençkene :)) izmir'de yaşarken ve henüz on beşlerimdeyken, alsancak'tan on ikide eve dönerdim taksici amcalardan korkmak, çekinmek yerine gönül rahatlığıyla arka koltukta yayılırdım ve apartmana geldiğimizde taksici amca ben içeriye girinceye kadar beklerdi. ah be gözünü sevdiğim izmir'im. sonra ''siz izmirliler neden bu kadar şehrinize düşkünsünüz?'' başka yanıt isteyen?