30 Aralık 2010 Perşembe

31 Aralık


Bugün yılın son günü. Kardeşimden güzel bir teklif geldi. Dedi ki; ''Aslında yılın ilk günü değil, tüm yılın yorgunluğu atmak için yılın son günü tatil olmalı.'' Yani 31 Aralık. Tüm yıl yorgunluk muydu gerçekten?
Yalnız kiminle konuşsam 2011'den çok umutlu. Demek ki, 10'da ters giden birşeyler vardı. Ve şöyle bir cümle de etrafta dolanıyor; ''2010'de birşeyler düzelmeye başladı. 2011'de herşey çok güzel olacak!''
Ben de o beklentideyim de; her sene aynı numarayı yapmıyoruzdur inşallah birbirimize. Susan Miller bile beklentide. Hadi bakalım, umarım 2011 kimsenin yüzünü kara çıkarmaz. :)

Şaka bir yana herkesin kendince istekleri olur, her bir yeni yıla başlarken. Hastası sağlık, işsizi iş, mutsuzu aşk, evsizi ev, parasızı para, araba, aş, kömür, kimisi okul, kimisi huzur diler. Herkesin kendince beklentileri işte. Uzaktan kimine göre değersiz, kimine göre ulaşılmaz.

Herkes için ufacık (olabilir), benim için koskocaman naçizane bir istekte benden: herkesin dileklerinin hakkettikleri kadar onların olmasını rica ediyorum. kişiler kimi zaman bilemezler; belki de yanlış bir dilekte bulunuyorlardır kendileri için. işte o anda istek duyulmayıversin. bir kulaktan girip, diğerinden çıksın. ama son bir dileğim daha var ki; birinin istediği olmuyorsa eğer, daha güzel geçerli bir sebep de kişinin karşısına tez zamanda çıksın.

Hacıyatmaz Film'den


PS: Maalesef ki, ortada oynaması gereken filmi sizinle paylaşamıyorum. Facebook, twitter, haciyatmazfilm.com onu izlemek için biçilmiş kaftan.

derin'in baby shower'ı


daha önce derin'in baby shower'ını yazamamıştım. geçenlerde müge'deydik. müge'nin mother care'a bıraktığı listeden seçtiğimiz derin bebek hediyelerini alıp, kadınlar gününe gittik. baby shower aslında bebek doğmadan önce annenin ve bebişin ihtiyaçlarını karşılama, müstakbel anneyi ziyaret etme gibi bir etkinlik.
bu konuyla ilgili iki şeyden bahsedeceğim.
ilki olumsuz. konu mother care. müge nişantaşı'ndaki dükkana bir liste bırakmış. biz de baby shower günü hediyeyi almaya gitmek yerine, beş gün öncesinden gittik ki istediğimizi seçip alabilelim diye. ehh teyzeyiz ya güzel birşey olsun istedik. mother care'dakı kadın bize bir torba getirip, ''müge hanım'ın seçtikleri bunlar'' dedi. biz de annemle çok şaşırdık. ''bu kadarcık mı kalmış?'' dedik, üzülerek. annem çok tatlı bir tulum, bir kaç tane de iç atlet aldı derin'e. bense pusetine koymak için seçtiği battaniyeyi. sevdik tabiki hediyelerimizi. ufacıklar sonuçta. çokta sevimliler. ''ama daha büyük bir şey olmasını tercih ederdik'' diye aramızda konuşurken, mother care kadını ''sonuçta müge hanım'ın ihtiyacı bunlarmış.'' deyiverdi. eehh haklı. aldık, çıktık. baby shower'a gittik. olanları annem anlatmış müge'ye. müge bir sinirlenmiş. çünkü bir sürü parça seçmiş. alınmayan şeylerde kalmış. ve seçtikleri değil bir torba, küçük bir oda kadarmış. yalnış kişinin bizimle ilgilenmesiyle kaldık sonuç olarak ama sonra müge mother care'da esip, yağmış. iyi de etmiş. kız sizin mağazanızı seçiyor alış-veriş için ilgilenen yok. sebebi de kimse primli çalışmıyormuş. tezgahtarlar satmışlar veya satmamışlar umurlarında değilmiş. tabi bütün mother care'ları bilemem ama nişantaşı'ndan şikayetçiyim. haa nişantaşı'ndaki tüm çalışanlar öyle midir? sanmıyorum, denemk gerek... :)
ikinci olarak baby shower'la ilgili bilmeniz gereken konu: müge bir defter almış. herkes içine bir iki cümle sıkıştırdı. ama adlarımızı yazmadık, müge okurken tahmin etmeliydi hangi yazı kimin diye... ehh benimkini hemencecik çözüverdi, neden mi?
''canım yiğenim benim; bugün senin için ilk defa toplanıyoruz. daha bir çoğu olacak. senin için yaptığım icecream sandwich'ini mideye indirdin mi bakalım? ileride sen ne istersen ben onu yapacağım. birinci yaşını, on birini, yirmini merakla bekliyorum. büyümeni izlemek çok keyifli olacak. annenin karnına öpücükler.''
tamam, bende yalan yok. tam da yazdıklarım bunlar değildi. ama bunun gibi birşeylerdi. o an, o duygusallıkla tabiki daha güzelleirni döktürmüştüm ama bugün bu kadar.

PS: fotoğraftakiler baby shower kurabiyeleri. çok tatlılar değil mi? :)

28 Aralık 2010 Salı

noel baba'nın çuvalı


bu yıl yılbaşında ''yurtdışına gideriz'' diye planlamıştık tayfur'la. sonra herksin bizde toplanacak olması, anneannemin geçirdiği küçük rahatsızlık uzaklara gidemememi sağladı. tayfur da beni kırmadı, klasik özel günlerde ailenin bir arada olma geleneği bozulmadı.

herkese ufak ufak hediyeler aldık annemle. günler sürdü. tayfur bizi alışveriş merkezlerinin kapılarından altı. yürümeye halimiz kalmamıştı. ''hergün alışverişe gidip, tüm gün gezen kadınların mesleği ne zormuş'' diye karara vardık. yeni yıl için bütün hazırlıklar bitti gibi. yemek listesi yapıldı. kimi nerde yatırırız planları yapıldı. hindi siparişi verildi. evde yapılacaklar için migros'tan alınacaklar alındı. en zevklisi bana düştü. yılbaşı ağacını babam kurdu. ben de süsledim. çok şık oldu. rengarenk ve ışıl ışıl. sue biraz şaşkın. ilk başlarda ağacın üstündeki topları burnuyla düşürüp, oyuncak yapmaya kalktı ama baktı biz izin vermiyoruz; bu hevesinden vazgeçmek zorunda kaldı. şimdi de yırtmaya kalkar diye, hediyeleri emre'nin dolabına sokuşturduk.

''tam yirmi dört sularında nerede olduğun, kiminle olduğun ve ne yaptığın önemlidir.'' derler. şimdiden planladım. soluma ailemi, sağıma tayfur'u alacağım ve gülümseyeceğim. endişe duymayacağım bir sonraki seneden. güzel düşüneceğim bir işe başlarken. dikkat ettim de, çok temkinli girmişim her seneye. mutlu, umut dolu ama tedirgin. ''şu olsun, bu olsun, güzel olsun'' cümlelerinin yanına hep ''ya olmazsa''lar iliştirilerek yaşamışım. yaşıyorum... bu sene karar verdim: (aslında şu avustralya olayında o kadar olgun davrandım ki, ondan sonra değişebileceğimi görmüş bile olabilirim.) başıma ne gelirse gelsin, sonucunda mutlaka bir güzellik olacağına inanacağım. ısrarla arzularıma koşmak yerine, isteklerim olmadığında soğuk kanlılıkla, ''demek ki hayırlısı değilmiş.'' demeği öğreneceğim.

bu sene somut elime geçmesini istediğim bir dilek yok avuçlarımın içinde. kendimle ilgili olumsuzlukları düzeltebilmeyi diliyorum. noel baba'nın çuvalında böyle bir şey bulabilir miyim acaba?

PS: küçüklüğümde hatırlıyorum eniştem noel baba kıyafetlerini giyer, yeni yıl hediyeleri getirirdi bize. ne eğlenirdik! onları annelerimizin aldığını farkında mıydık acaba? belki de. ama hiç çaktırmıyorduk. yeter ki büyükler mutlu olsun. :)

22 Aralık 2010 Çarşamba

ice-cream sand. ve http://duduklutencere.wordpress.com/


ay ne yemek yazısı yazdım. ama bunu söylemeden geçemeyeceğim. daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi, müge'nin bir blog'u var. yemek üzerine. müthiş tarifler... geçenlerde benden de bir tarif istemiş. ''ice-cream sandwich'' diyoruz biz ona. müge'nin http://duduklutencere.wordpress.com/ de yayımlanacakta, ben de sizleri bu eşsiz tariften mahrum bırakmayayım dedim. :)
maalesef yaptıktan sonra hiç fotoğrafını çekmemiştir. google'dan da yalancı bir tarifin fotoğrafını koyamayacağım.

PS:bir dahaki sefere yaptığımda çekip, yazıma ekleyeceğim!

çok lezzetli, çok kolay ve şık görünümlü bir pastaya hazır mısınız?
hemen müge'ye gönderdiğim tarifi copy-paste yapıyrum. buyruuuun;

malezemeler:
1 paket eti kakolu bisküvi
1 paket krem şanti
1 bardak süt (büskivileri ıslatmak için)
2 bardak sür (krem şanti için)

üstünün malzemeleri:
3 yumurta
1 çay bardağı toz şeker
2 çorba kaşığı kakao
100 gr becel
1 büyük paket bitter çikolata

öncelikle genişçe bir borcam buluyoruz.
bir kapta krem şantiyi sütle çırparak hazırlıyoruz.
eni büyük, boyu küçük bir kaba süt koyuyoruz.
ve elimize eti büskivimizi alıyoruz.
büskivileri önce süte, sonra krem şantiye batırarak, borcama bir sıra bitinceye kadar diziyoruz. (sütte beklerse yumuşar bisküviler aman ha!) bir sıra bittikten sonra incecik bir tabaka krem şantiyi büskivilere tekrar sürüyoruz. sonra bir sıra daha aynı işlemi uygulayıp, bekletiyoruz.

öbür tarafta bir paket çikolatayı ve margarini cam bir kaseye koyup, benmari usulü (buharda eritme. koyun çaydanlığa su, kaynasın. üzerine cam kasenizi yerleştirin yavaş yavaş malzemeler erisin.) eritiyoruz.
o sırada elimize 2 çırpma kabı alıyoruz. yumurtaları sırayla beyazları bir tarafa, sarılar diğer kaba olmak üzere kırıyoruz. püf nokta: önce beyazları çırpmalı ki; yumurta kesilmesin! kabarıncaya kadar beyazlar çırpıyoruz. az çırpmayın, şaşıracak kadar artsınlar. sonra (hiç telleri yıkamaya gerek yok) sarıları ayrı bir kapta çırpıyoruz. içine 1 çay bardağı toz şeker ilave ediyor ve tellerden tıkırtı seslerinin gelmesi kesilene kadar çırpıyoruz. yani şekerler eriyor. üzerine kakoomuzu da ilave ettiğimiz sırada çikolatamız erimiş oluyor. (erimediyse de bir kaşık yardımıyla karıştırıp, erimesine yardım edebilirsiniz.) karışıma ilave ediyoruz. onları da çırptıktan sonra, çikolata sosumuzun çoğalmasını sağlayacak yumurta aklarını da ilave ediyoruz. çikolata sosumuz hazır!

borcama dizilmiş bol krem şantili büskivelerin üzerine hepsini döküp, soğuması için buzdolabına koyuyoruz.
buzluk değil! buzdolabı.

donması 2 saat içinde tamamdır. güzelcene servis edebilirsiniz. nasıl mı? kare kare kesip, üzerine renk katması için (yeşil) küçük bir nane yaprağı yada dövülmüş çamfıstığı. neyin tadını seviyorsanız.

afiyetle.

PS:gökseli beni kesecek! çikolata sosu nasıl yapılır unutup, onu arayıp tarif aldım. tamam bu da gökseli'nin defterinden! ne yapalım canım... aaaaaa!!

gökseli'nin yılbaşı menüsü


bugün konu yemeklerden açılmışken, bu sene yılbaşını ailecenek bizde kutlayacağız. anneannemler, teyzemler, kuzenler... ehh biz de tayfur'la plan yapmadık, annemlerin dizi dibinde tombala oynayacağız. (evde tombala bile yok ama neyse.) 15 kişiden kalabalık bir gruba yemek yapacak gökseli kadın. ama alışkındır, endişelenmeyin onun için.
yine de geçen gece annemin uykusu kaçınca, ne düşünsün şükür dert yok tasa yok; yatakta dikmiş gözleri tavana ve yılbaşı gecesine neler yapabilir diye aklından geçirmeye başlamış.

ertesi gün bana anlatınca, ben yine aldım kağıdı, kalemi elime yazıverdim listesini bir yere. tutuşturdum da eline, dedim ki ''daha da uykularını kaçırma, bak herşey hazır.'' çünkü onun derdi yine, nasıl pişiririm ben onca şeyi değil de, ne yapmalıyım acaba?
listemizi sizinle paylaşıyorum, şayet evdeyseniz ve misafirleriniz olacak veya olmayacaksa, bizden kopya çekebilirsiniz.

haaa bu arada, araştırdık hindi fiyatlarını bize en uygunu 'set kebap' geldi. eve yakın. eve teslim. ciğerli-kestaneli iç pilav...
ana yemek hindi. annem bir de evde tereyağında çevrilmiş kestaneli ve sade pilav da yapacak. gökseli'nin pilavı gibisi yoktur.

evde yapılacakların listesine gelince. hep meze. rakılık, şaraplık, biralık, kolalık. kim ne içerse...
patlıcan salatası (Allah'ın emri, vaz geçilmez menümüz), marul salatası, yoğurtlu-közlenmiş kırmızı biber, ıspanak böreği (en sevdiğim yemek, ıspanaklı börek), zeytinyağlı yaprak sarma, ot tabağı (izmir'e özel ne arasanız var, şevketi bostan bile. ehhh bunları izmir'den getirtiyoruz.), yoğurtlu semizotu, fava, turşu tabağı, peynir tabağı, kese yoğurdu, arnavut ciğeri (ben sevmem de gökseli hatun'un elinden yenir hani.), pilaki fasülye, patlıcan-biber kızartma, rus salatası (hazır değil tabiki! evde yapılacak. annem dışarda yenilen mayonezlerden çok daha iyisini yapabiliyor.), acılı ezme, zeytinyağlı enginar (izmir usulü), tavuk salatası, çeşit çeşit ekmek (cevizli, üzümlü...)

ya böyle.

haaa bitmedi üzerine inci'ninkinden kat kat güzel bir profiterol, meyve tabağı ve özel tatlı. özel tatlıyı sorunca ben, o kadar uzun anlatmaya başladıki, ''tamam tamam, yaparken görürüm'' demek zorunda kaldım. eehh çok merak eden olursa, soruveririm.

şimdilik bizden bu kadar. gökseli can'ın mutfağından seslendik. ''hoşçakalııııın.'' :)

PS: bir ara size evdeki balık menüsü listesini vereyim de aklınızda bulunsun. ama onun için gökseli'nin yardımlarına ihtiyacım olacak. şuan olmaz.

PS2: kuzenim müge'nin yemek tarifleri veren bir blogu bulunmakta http://duduklutencere.wordpress.com/ belki hoşunuza gidecek tatlar bulabilirsiniz orada.

gökseli'nin aylık yemek tablosu


annemle geçen gün klasik sohbetlerimizden birini yaptık. klasik derken, hemen hemen her sabahı kastediyorum.
-bu akşam size ne pişireyim?
-sen bilirsin.
-ama ben bu cevaptan sıkıldım. bilsem zaten sormam.
-iyi, patatesli köfte.
-hep aynı cevap.
-eee ne yapabilirim? aklıma başka bir şey gelmiyor.
-benim de!!

eeehh, haliyle isyan2 başladı. songül abla'da bizde halimize gülüyor. ona soruyoruz ''sen akşam ne yapacaksın' diye, ''valla ne bulursak yiyeceğiz'' diyor. annem de diyor ki, ''unutmadan songül, yılbaşından bir gün önce kardeşlerim gelecek, bize bir etli sarma sarıversene.''
bunun üzerine beynimde şimşekler çakıyor!! (çok mühim bir şey buldum ya :))) ) ''evreka! evrekaaa!!'' diyorum. annem şaşkın gözlerle bakıyor, ''ne buldun yine? ne pişiriyoruz akşama?'' alıyorum elime kağıt kalemi, geliyorum annemin yanına. ''yok'' diyorum, akşama ne yaparsın bilemem. (gözleri anında deviriyor tabi...) ''sana köklü bir çözüm buldum.'' çiziyorum hemencecik 31 günlük bir takvim ve yazmaya başlıyorum yemek alternatifleri. en önemli soru ''ayda 1 ne yemek istersin?'' mesela cevap, tas kebabı olursa, annemle şöyle diyoruz, ''1 ay tas kebabı, diğer ay odun kebabı.''

elimdeki nadide listeyi sizinle paylaşıyorum. biz annemle buzdolabının üstüne yapıştırdık bile. 1'den 31'e kadar. anneme müthiş rahatlık! çünkü ona yemek yapması zor gelmiyormuş da, ne yapacağını düşünmek sıkıyormuş onu.
içinde zor yemekler de olabilir. bir problem olursa müracaat gökseli can. haberiniz ola çünkü ben de güzel yemek yaparım şimdi beni es geçmemek gerek ama :) annemin tariflerinin yanından geçemem. ne haddime!

annemle sevdiğimiz yemeklerden bir liste oluşturduk, sadece sevdiklerimiz! ve kışın yapılabilecekler çünkü istanbul'da sadece kışları yaşıyorlar. buyrun;

*çorbalar: tarhana, domates, tavuk suyu, yoğurt (kimileri buna yayla der), mercimek, ezogelin, mantar

*garnitürler: fırında mantar, brokoli, ıspanak püresi, mevsim salata, zeytinyağlı enginar, karnıbahar ograten, zeytinyağlı sarma, patlıcan salatası, fava, zeytinyağlı semizotu, semizotu salatası, yoğurtlu semizotu, patlıcan-biber kızartma, tavuk salatası
(bunlar ana yemeğin yanında yenebilecek altarnatif sıcak ve soğuk garnitürler)

*aylık yemek listesine gelince; (ilk yemek benimkisi)
1 patatesli köfte
2 tavuk, pilav
3 bonfile, pilav
4 pirzola makarna
5 fırında köfte, patates kızartması
6 piknik köfte, püre

bunlar bizim en çok sevdikleirmiz. daha doğrusu emre'nin de yiyebicekleri. o yüzden ayda 1 rahatlıkla gider. haftanın 6 günü gitti bile. yazıların arasında '-' olursa veya demektir. bu arada virgüller de 've' anlamında kullanılmaktadır. devam etmek gerekirse;

7 etli börek-çiğ börek-ıspanaklı börek
8 biber, domates dolması-kabak,patates dolması
9 parça tavuk, makarna
10 karnıyarık, pilav-bamya, pilav
11 tavuk dürüm, patates kızartması
12 hamsi, salata- fırında levrek, haşlama patates
13 kıymalı ıspanak, makarna
14 nohut, pilav, turşu- kurufasülye, pilav, turşu
15 tas kebabı, bulgur pilavı-orman kebabı, bulgur pilavı
16 kıymalı bezelye, kuskus- patatesli kıyma, kuskus
17 patatesli et- kavurma et, patates kızartması
18 fırında patatesli, domatesli tavuk butu
19 fırın makarna-lazanya
20 etli kereviz, erişte-kıymalı semizotu, pilav
21 garnitürlü top köfte, makarna- ekşili köfte, makarna
22 mantarlı tavuk sote, püre
23 etli sarma, makarna
24 etli beğendi, pilav
25 et şinitzel, püre- tavuk şinitzel, püre
26 fırında krep tavuk, makarna
27 ev mantısı
28 gökseli'nin pizzası
29 fırında sebzeli, etli güveç, pilav
30 misafir gecesi
31 misafir gecesi

son 2 tarifin ucunu açık bırakmamın sebebi bizim evde misafir eksik olmaz, misafir gelince de az uz yemek yapılmaz. (bir sonraki yazımı buna ayırmalıyım.) ehh zaten her gece evde de yenmez. bir de bazı tarifler 2 ayda bir karşımıza çıkacak çünkü aynı gün için alternatifleri var.
böylelikleeee, annemi büyük bir dertten kurtardığımı düşünerek, kendimi 'hero' ilan ediyorum. :))

21 Aralık 2010 Salı

Mevlana'dan Hayat Dersleri


Bugün Mevlana'nın hikayelerini okurken arasından bir tanesi beni çok şaşırttı.
Çünkü bu hikaye taaa çocukluğuma dayanıyordu.
Küçükken dinlediğim bir tanesinin sadece hayvanları farklıydı. Köpek ve et değil, aslan ve tavşan.
5 yaşıma ait masalda bir köpek koskocaman bir et bulur ve evine doğru yola çıkar. Evine varmadan önce bir gölün kenarından geçerken bir de bakar ki karşısında bir köpek daha. Onun da ağzında koskocaman bir et parçası. Çok şaşırır. Acaba karşıdaki köpeğin eti, onunkinden daha mı büyüktür? ''Sanki.'' der. Bir köpeğe bakar, bir kendine ve sonunda karar verir, eğer karşısındaki köpekle kavga ederse onu yenebilir. Karşısındaki ufacık bir köpektir, oysa heybetli, cüssesli. Sonunda ağzındaki eti göl kenarındaki ağacın kenarına koyar ve dövüş sonrası diğer etl beraber almak için geri döneceğini söyler. Sonuç karşındaki köpeğin üstüne atlar atlamaz sırılsıklam olur ve biz minik okuyucular da anlarız ki, karşıdaki köpek esas köpeğimizin yansımasıdır. Çıkartılan ders de şöyle anlatılır. ''Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz.'' veya ''Elindekinin kıymetini bil.''

Bu masalı dinlediğimden bugüne üzerinde hiç düşünmemiştim ta ki, Mevlana'nın hayat derslerinden birini okuyana kadar.
Benim çocukluk masalımdan Mevlana'nınkinin farkı da şöyle;
Bir aslan bir tavşan yakalar ve evine giderken, bir kuyuda başka bir aslana ve ağzında tavşana rastlar. Esas aslan tıpkı bizim esas köpek gibi açgözlüdür belki ama asıl kızdığı şey düşmanıyla karşı karşıya gelmektir. Düşmanını yenmek için üzerine bir atlar ki; bizim köpekten de beter bir hal alır. Bu aslancık koskocaman bir kuyunun dibine düşer. Yani 'kendi kazdığı kuyuya kendi düşer' ve Mevlana der ki; Ey adam! Başkalarında gördüğün birçok kötülük, senin olara yansıyan kendi tabiatındır. Karşındakinde gördüğün senin ikiyüzlülüğün, zulmün, senin gafilliğindir. Kötülüğü sen, kendinde açıkça görmüyorsun; görsen, kendinden bütün kalbinle nefret edersin. Ey ahmak! Suda hayaline saldıran o aslan gibi, sen, ancak kendine saldırıyorsun.

Düşününce gerçekten öyle değil midir? Sinirlenir dururuz karşımızdakilere. Suçlarız. Belki de yapmadıkları bir şeyle...
Bir kadın bir erkekden onu aldattığına dair şüpheleniyorsa, demekki içinde karşısındakini aldatma potansiyeli vardır.
Biri karşındakinin ona yalan söylemsesinden korkuyorsa, muhakkak kendi yalan söylüyordur ki; karşındakinden de bekliyordur.
Karşınızdaki size gülümsemiyorsa, muhtemelen siz de ona gülümsememişsinizdir.
Yani bir sürü örnek çıkartılabilir. Biri sizi incittiğinde şu meşhur soru vardır ya, ''Sen ona ne yaptın?''

***

Bu masal bana bir anımı hatırlattı.
Mevlana'yı bana tanıtan Yılmaz Dede'me birgün biriyle olan kavgamı anlatmıştım. Karşımdaki kişi hiç haketmediğim kelimeler kullanmıştı. Daha çok küçüktüm ve üzücü bir olaydı benim için. Yılmaz Dede de yine Mevlana'nın bir sözüyle cevap vermişti bana. (Belki eksik olabilir, google'da tekrar araştırmadım. Aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum.)
''Bak güzel kızım, bu tartışmada önemli olan karşındakinin sana ne dediği değil. Seni sevmeyen senin hakkında kötü konuşur, sevense iyi. Ama önemli olan o tartışmada senin kendini ne kadar suçlu bulduğundur. Kendin için başkalarının söylediklerini değil, kendinin ne dediğini önemse. Bu lafı aklından hiç çıkarma; Mevlana der ki; Kendini sevene sor. Kendini yerene sor. Kendini kendine sor, alacağın cevap en zor.''
O gün anlamıştım. ''İnsanın kendi hakkında kötü konuşması çok zordur. Ama şu da bir gerçektir ki, içimizdeki kötülükleri bizden daha iyi kimse bilemez.''

***

Aslında bu yazıyı yazmamın sebebi 5 yaşında dinlediğim bir masalın bana kattığı değerle, oyuncuları farklı ama aynı hikayaden 25 yaşında aldığım ders arasındaki fark. Bu hayvan masalları bana çok şey katıyor canım :) Her sene ayrı bir güzellik.

19 Aralık 2010 Pazar

emre can'ın dilinden GM EMRE CAN


birçok gazeteci kardeşimle röportaj yapmıştır. ama ben bir türlü fırsat bulup (ses kayıt cihazimı elime alıp) karşısına oturup, ‘’bana bir saatini ayır’’ diyememiştim. çok keyifli bir sohbet geçirdiğimizi şimdiden söyleyebilirim. abla-kardeş ☺
tabi ki ona artık hepimizin bildiği, satranca nasıl başlamış gibi zırvalıklar sormadım. gerçekten merak ettiğim (çomak sokmak istediğim) konuları cevaplamasını bekledim. o da beni kırmadı. sanki ailesinden biriyle konuşuyormuş gibi açık açık herşeyi anlatıverdi.
röportaj bitince de ona ‘’herşeyi yazmakta serbest miyim?’’ diye sorunca, ‘’tam olarak neler dedim hatırlamıyorum ama tabi ki yazabilirsin.’’ dedi, ben de yazıyorum! ☺
kesmedim, yer kaygım olmadığı için azaltmadım da.

-ayağın kırıldıktan sonra ailen satranca başlattı seni. onlar için iyi bir çözümdü, canın sıkılmayacaktı. peki sence?
o zamanları tam olarak hatırlamıyorum ama daha eğlenceli geçiyordu vakit. yoksa sürekli yatıyordum. günde 2 saat yatmak yerine başka bir şeyle uğraşıyormuşum gibi geliyordu. eğlenceli geçiyordu çünkü satrancın içeriğinden çok oyun olduğunu kavrıyordum.

-hızla bir sürü başarı geldi. nasıl bir histi?
aslında ilk başta aşırı başarı beklemiyordum ama ümit hocam daha ilk turnuvada aldığım başarıyı bekliyormuş. ben de satrancın oyun tarafındansa, eğlencesine varmaya başladım. başarılarımın bana öyle bir katkısı oldu. satrancla sadece zaman geçirmek yerine, satranç hayatımın bir parçası oldu.

-ya çevrendekiler?
çevrem de tabiki mutlu oldu ama türkiye’de olduğumuz için herkese göre hobi olarak kalmalıydı satranç.

-neden öyle? türkiye’yle yurtdışını karşılaştırırsan ne gibi farklılıklar var?
türkiye’de satrancın spor olduğu tartışılır. beyin cimlastiği sadece. insanlar sadece hangi taş nereye gidiyor onu biliyorlar. ama yurtdışında spor olabilmiş durumda. mesela rusya’yı örnek alırsak; türkiye’de insanlar nasıl kafelere gidip tavla oynuyorlarsa çay içerken, rusya’da satranç oynuyorlar.

-bir rus olarak satranca başlasaydın herşey farklı mı olurdu?
daha farklı olurdu çünkü oranın şartları... dünyanın en iyi oyuncularının rus olduğunu söylersek yanlış olmaz. onlarla içiçe olmak, onların katıldığı turnuvalara katılabilmek çok şeyi değiştirirdi.
bir de türkiye’de başka önemli konular var hayatta. okul gibi. rusya’da sadece satranca yoğunlaşabilirdim. İmkanlar daha iyi olurdu ama türkiye’de satranç oynamaktan hiçbir zaman şikayetçi değilim.

-bunun suçlusu kim? federanson mu? toplum mu?
mutlaka herkesin kendine ait belli başlı hataları var. benim de var, federasyonun da, toplumun da var. ama öncelik olarak türkiye’de satranç bir gelir kaynağı olarak görülmüyor. o yüzden de birçok kişi ‘’ben de biraz oynamıştım ama sonra bıraktım.’’ diyor. bunun olmasının nedeni de ‘’ileride nasıl geçiniceksin?’’ sorusunun yanıtları olmaması. bu yüzden de herkes bir miktar oynadıktan sonra satrancı bırakmış, satranca ilgisi kesilmiş.

-sen nasıl geçineceksin?
ben ileride ilk başta satranç oynayarak geçinmek istiyorum. ama bununla ilgili sıkıntı yaşarsam özel derste verebilirim.

-ileride paranı satrançtan kazanacaksan niye üniversite okuyorsun?
bu işte toplum dediğimiz kısımda ortaya çıkıyor. türkiye’de üniversite mezunu olmazsanız size alt seviyede bakılıyor. zaten esas problem üniversite okumak değil. üniversiteye hazırlanmak daha çok vaktinizi alıyor. ve ben tam o dönemde atalık ve gurevich’ten sonra en çok ratinge sahip olmama rağmen ara vermek zorunda kaldım. bu probleme bir çözüm bulmak lazım. türkiye’de bir sürü üniversite var. ama hiçbirisi satranca öncelik tanımıyor. burs veren çok az. verseler dahi derslerinizde diğer öğrenciler kadar ilgilenmenizi istiyorlar. burada federasyonun devreye girmesi gerekiyor. federasyonun tek söylediği şey ‘’spor akedemisini ayarlayabiliriz.’’ ama satranç oynayan kişinin spor akedemisinden mezun olması kadar saçma birşey yok. evet satrançta yetenek çok önemli ama bundan önce biz zeki insanlarız. pratik düşünebiliyoruz. demek istediğim şu, zaten milli takım düzeyine çıkmış kaç kişiyiz... 5, 10 belki 20. federasyonun yapması gereken, bu kişileri üniversitelere yerleştirmek.. böylelikle satranççıyı öss gibi stresten kurtarmak. ayrıca spor akedemisini de federasyon ayarlarız diyor ama benim bir arkadaşım öss’ye hiç hazırlanmadı, satranç çalışarak geçirdi o dönemini ve sonucunda federasyonun katkısıyla değil de, babasının uğraşları sonucu spor akedemisine girebildi.

biz üniversiteye gidince, okulu boşlayacağız demiyorum ben. ama federasyonun konuştuğu üniversitelerin de bize yardımcı olması gerekiyor. mesela geçen sene avrupa bireysel satranç şampiyonası var. biletime kadar herşeyim hazır ve kendimi o turnuvaya hazırladım. cumartesi hırvatistan’a uçacağım, çarşamba günü okulun bana söylediği şey ‘’üniversite turnuvası var aynı tarihlerde gidemezsin.’’

-burada problem kimde? sen federasyona mı, üniversitene mi sinirlendin?
iki tarafta hatalı ama başka bir örnek vermek isterim. benim geçen sene en iyi dersim fizikti. yani notların çok yüksekti diyebilirim. fakat fizik dersinin bir kuralı var. 3 kere üst üste derse girmezsen direkt kalıyorsun. ben turnuvalardayken 3 dersi de kaçırdım ve hocalara turnuvada olduğumu anlatamadım ki raporlarım da var. cevap ‘’beni ilgilendirmez, fizikten kaldın.’’ oluyor. bunlar yanlış, üniverstenin katkı sağlaması gerekiyor sporcuya.

-kadir has’ın sana tek katkısı burs vermesi mi oldu?
zaten ben %50 öss bursluyum. ama kadir has’ın şöyle bir artısı oldu. ben bir çok üniversite gezdim burs için. bir çoğu beni geri çevirdi. kadir has ise %75 burs verebileceğinin sözünü daha öss’ye girmeden vermişti.

-hatırlıyorum. bahçeşehir üniversitesi ‘’%1 bile burs veremeyiz.’’ demişti.
bir üniversite, ‘’sen çok zekisin bırak satrancı başarılı bir bilgisayarcı ol’’ bile dedi.

-yazık.
yılların uğraşını bırakacakmışım. çok başarılı bir mühendis olabilirmişim.

-türkiye’deki problemlere geri dönersek. üniversite...
dünyada benimle yaşıt bir çok iyi satranççı ilk 50’nin içinde. benim sıralamama baktığınız zaman ben ilk 1000’deyim. ama ilk 50’nin içinde olanlarla ben 12 yaşındayken retinglerimiz de aynıydı, oyun gücümüz de. oyunlarımızda inanılmaz çekişme oluyordu. şimdi baktığınız zaman onlar gerçekten çıtayı çok yükseltebildiler çünkü tek uğraşları satranç. hepsi hala çok iyi arkadaşım, mesela gecenlerde polonya’ya turnuvaya gittim. eski bir hollandalı arkadaşım (ratingi şuan benden yüksek ama turnuvada yine ben ondan daha iyi bitirdim her zaman olduğu gibi : )) ) turnuva partisinde yanıma gelip, ‘‘merhaba emre, nasılsın? seni hiç turnuvalarda göremiyorum?’’ dedi. ben de ‘’okulum vardı.’’ diye yanıtladım.

-bu kadar sorunların arasında okulu sayıyorsun. toplumun ne dediği bu kadar önemli mi? bırak okulu o zaman.
evet ben ileride satrançcı olacağımı söylüyorum ama okul okumamın nedeni de toplum ne der değil, değil; daha bilinçli bir insan olmak istiyorum. nasıl diyeyim üniversite seviyeyi belirten bir şey. mesela herhangi bir bölümde de okumak istemedim çünkü okuluma da zaman ayıran bir satrançcıyım ben. okulu sorun olarak saymam okula gitmek değil yani. sorun şöyle soruna dönüşüyor bu hafta benim vize haftam ve ben 1 saat bile satranca bakamıyorum. milli takım kampta, ben kampa katılamıyorum sınavlarım yüzünden çünkü sınavlara girmediğim zaman okul bana bir kolaylık sağlamıyor, ben dersten kalıyorum.
bir de satranca tek handikap okul değil. satrançta başarılı olmak için çok çalışmak lazım. çalışmak için zaman lazım. tek başına çalışmak çok kolay birşey değil. özel hoca lazım. özel hoca için maddi imkan lazım.

-para lazım kısacası.
ehh. bununla birlikte iyi turnuvalara gidebilmeniz lazım. turnuvalar da ya kendi imkanlarınızla gideceksiniz. ya da federasyon gönderecek. türkiye’de bu noktada da sıkıntı var.

-federsyon seni turnuvalara göndermiyor mu yani?
federasyon beni kendince doğru olan turnuvalara gönderiyor.

-sizlere danışmıyor mu?
evet, çok fazla fikrimiz alındığı söylenemez. bir de onlara yanlış yaptıklarını söylediğimiz zaman daha kötü tepkiler alıyoruz.

-peki satranççılara danışmadan doğru kararlar alabiliyorlar mı?
yani şöyle, sene başında bana senelik bir turnuva takvimi geldi. içinde beni gönderecekleri 5 turnuva vardı. turnuvalar tamam güzeldi ama 12 ay içerisinde 5 turnuvaya gidilerek hiç bir satranççı bir yere gelemez.

-federasyonson yetersiz kalıyor yani?
şöyle söyleyebilirim. satranççılar oynayarak para kazanmak ister ama türkiye’de bir çoğu hocalığa yöneliyor çünkü federasyon bize maddi bir imkan sağlamıyor.

-aksine sağlaması gerekirken?
kesinlikle. verilmeli ki insanları satranç oynama teşvik etsinler. şöyle bize bir burs veriyorlar. ben hala öğrenci olduğum için sporcu bursundan yararlanıyorum. ama madem ben milli takımdayım ve ülkemi temsil ediyorum destek de bekliyorum. bu yok! o zaman da insanlar hocalık yapmak zorunda kalıyorlar. hem hocalık, hem oyunculuk ikisi bir arada yürümüyor.

-ikisinin bir arada yürümemesinin sebeplerinden çok federasyon kızgın mısın onu merak ediyorum.
şu açıdan kızgınım; herhangi bir olumsuzlukta hep kendilerini savunuyorlar. mesela deseler ki; ‘’evet, bizim de yaptığımız hatalar var, düzeltmeye çalışıyoruz.’’ ama böyle bir şey olmuyor. üstüne ben büyük usta oluyorum. bursum bile artmıyor. türkiye’de daha 4 tane büyük usta var. ben 3.süyüm. ve en genç büyük ustasıyım. bu da demektir ki satrançta önemli bir insanım türkiye’de ama bunun karşılığını göremiyorum. ayrıca, bu sene 4 tane turnuva sözü verildi sonra 4’üne de gönderilmedim.

-niye?
her seferinde farklı bahaneler. bir de hiç kimseyi gönderemezler federasyon darda derim anlarım ama başkaları gidebiliyorken benim gidemiyor olmam olmaz!

-başkaları gidebiliyor derken?
başka sporcuları kastediyorum.

-isim yok anlaşılan?
önemli değil çünkü ahmet, mehmet.

-peki federasyon niye böyle yapıyor?
bunun sebebini bilemiyoruz tabi ama bunu bir tek bana değil başka arkadaşlarıma da benzer şeyler yapıyorlar. federasyonun bahanesi, cevabı her zaman vardır. federasyonla bu tarz problemlerimiz var sporcular olarak.

-sponsora gelince?
sponsorlukta işin içeriğini bilmiyorum tabiki. satranca sponsor olduğunuz zaman belki de çok bir getirisi olmayacak size. satranca ilgi çok az türkiye’de, belki de o yüzden satranca sponsor olunmak istenmiyor. sponsorlukta da sorun böyle. bütün bunlar birbirine eklenince de insanın ilerlemesinde bazı aksaklılar oluyor.

-ciddi zorluklarla başa çıkmaya çalışan sporcularsınız. sporunuzla mı ilgileneceksiniz, sorunlarınızla mı...
esas demek istediğim de oydu. o yüzden türkiye’de iyi oyuncuların sayısı 6 ya da 7’i geçmiyor. dışarıdan insanlara göre milli takım oyuncularının problemleri olmaz. ‘’özel hocanız sağlanıyor, nerdeyse her ay milli takım kampları yapılıyor daha ne istiyorsunuz?’’ da denebiliyor. içeriğini bilenler hak veriyor. bir çok kişi de hataları görmeyip, bize daha çok sorun üretiyor.

-türkiye’deki satranççılarla aran nasıl?
genel olarak iyi. sorunlu olan, anlaşamadığım insanlar da oluyor.

-bugün isim vermeden gidiyoruz.
bazı insanlar bizim başarılarımızdan rahatsız oluyorlar. kimisi bizim üstümüzden prim yapmaya çalışıyor. kimisi ‘’onlar hiçbir şey yapamıyor, biz niye milli takıma giremiyoruz?’’ diyor. bunlarla iyi anlaşamıyorum tabi.

-türkiye’de en çok begendiğin satrancçı kim peki?
türkiye’de direkt ‘’şu sporcuyu çok beğeniyorum’’ diyemiyorsunuz, neden... her satranççının kendine has tarzı olur ama bazısı saldırmayı sever, savunması zayıftır ama yapabilir yine de. bizim satranççılarımızda böyle bir sorun var. saldırması iyiyken, savunurken kötü oynuyor. yani direkt ‘’şu çok iyi’’ denemez.

-yurtdışında bir isim sayabilir misin?
örnek aldığım kişi bulgar büyükusta topalov çünkü satrancın dinamik oynanması gerektiğine inanıyorum. dinamikten kastım, satranç evet bilgi gerekterien bir spor ama bununla birlikte masa başında stresin, psikolojik etkenlerin çok önemli olduğuna inanıyorum. o da taş feda etmekten hiç korkmuyor, yeter ki konum karışık olsun. ve sürekli saldıran tarafın kendisi olmasını istiyor. taş geri bile olsa saldırdığı sürece rakibinin hata yapabileceğine inanıyor.

-karşısındakini psikolojik olarak eziyor.
yani karşısındaki üzerinde baskı kuruyor çünkü belli bir zaman aralığında oynuyoruz ve karşımızdakinin süresi bitebilir. genellikle de artık dinamik satranç oynanıyor. bunu da en iyi yapan topalov, o yüzden onu örnek alıyorum.
tabi milli takımdaki bütün arkadaşlarımın oynunu beğeniyorum ama benim stilime daha yakın oynayan mustafa yılmaz var, kıvanç haznedaroğlu var. mustafa daha dinamik oynamaya çalışan kişi. kıvanç’sa hiç bir zaman pes etmeyen biri.

-suat atalık niye sizinle ilgili hep kötü şeyler yazıyor?
aslında çok takmıyorum ama bazen ileri gittiği anlar oluyor. bu arada kendisi türkiye’nin en yüksek ratingli oyuncusu. dünyada ik 100’e girebilmiş biri ve gerçekten de iyi bir satranççı. ama başka sorunları var. mesela bir dönem türkiye’den ayrıldı. yanlış kelimeler kullandığı için. sonra geri döndü. önce kötü konuştuğu bir yere niye geri dönüyorsun bu bir ikilem. ikincisi kıskanç bir insan. başkasının onu geçmesini hazmedemeyen biri. ben zaten onunla konuşmuyorum ama ona kesinlikle yanlış bir tavrım olmamamıştır. sadece bir turnuvada kendisinden daha iyi oynadığım için benimle konuşmamaya başladı. onu geçeceğimden mi korktu nedir... kendisiyle 2 maç oynadım ve 2’sini de kaybettim.

-zaten bunu sürekli duyuyoruz. emre can’ı ben yeniyorum deyip duruyor.
kendisi kuvvetli bir satranççı ona denecek birşey yok ama kendisinin türkiye’ye bir şey kattığı da söylenemez çünkü tecrübesini genç nesile aktarmaya çalışmamış, ‘’hep ben en iyi kalayım’’ diye düşünmüş bir satranççıdır. onun hakkında çok konuşacak birşey yok. zaten ne desem, kendini haklı çıkarmaya çalışacak. ama bence bilgilerizi genç nesillere aktarmak gerekir.

-biraz önce telefonun çaldı ve bir arkadaşınla konuşken ona bulduğun yeni fikri anlattın. bunu yapmak doğru mu? senin fikrini seninle aynı turnuvalara katılan birisiyle paylaşıyorsun...
bu tamamıyla farklı bir görüş anlayışı. biraz önce konuştuğum kişi milli takımdan arkadaşım. dediğim gibi bazıları sadece kendileri başarılı olmak ister. benim görüşümse ben türkiye’de belli başlı sayılan ve sevilen bir satranççıyım diyebilirim. arkadaşım da satranca önem, emek veren, çok çalışan biri. zaten onunla paylaştığım açılışı oynamıyor ama diyelim ki oynadı ve ben oyunu o hamle sayesinde yendim. ne olacak? türkiye’de bir kişiyi daha skor olarak yenmiş olacağım ki bence kazanılan bir maçın hiçbir değeri yok. hadi var sayalım ki bu maç sayesinde türkiye şampiyonu oldum ki bu önemli birşeydir ama daha önemli birşey vardır ki o da dünyada adını duyurabilmek. dünyada başarılı olabilmek için de daha çok bilgiye ihtiyaç var. bu bilgiye sahip olmak için de senin bildiğini başkasıyla paylaşman gerekiyor. tabiki yoldan geçen herkesle bilgini paylaş demiyorum ama başaracağına inandığın kişilerle bilgilerimizi paylaşmalıyız ki biz de belli bir grup böyle yapıyoruz. yeni bulduğum bir fikri bir türk’e yapacağıma, yabancıya yapmak çok daha mühim birşey.

-milliyetçi misin?
bu dediğim milliyetçilik değil de dünyada adımızı duyurabilmek. türkiye satrançta ilerleyen bir ülke. ne yazıkki daha önemli bir turnuvada başarı elde edemedik ama son dönemde 3 büyükusta çıkardık. henüz yolun başındayız, daha da çıkmaya devam edecek. türkiye’nin şuanda yapması gereken dünyada adını duyuracak oyuncular yetiştirmektir. bu da ancak bilgiyle, bilgiyi paylaşarak ve çok çalışarak olur. şöyle de bir durum var; herkes herşeyi çalışamaz. herkesin bir tarzı ve açılışları var. ben benim çalıştıklarımı arkadaşımla, arkadaşım onun çalıştıklarını benimle paylaşırsa bir değil birçok bilgi ediniriz.
haa bunu doğru bulmayanlar var. ‘’ben türk’lere karşı daha hırslı oynuyorum. daha çok çalışyorum.’’ diyenler var. o da onun seçimi. ama dünyanın her yerinde benim dediğim gibi yapılıyor. mesela, bir örnek ermenistan milli takımı olabilir. 6-7 kişiden oluşuyorlar. hepsi de belli başlı değişiklikler haricinde aynı açılışları oynuyorlar. hangisi ne hamle bulsa birbiriyle paylaşıyor. ve en düşük ratingli oluncuları 2650. her sene olimpiyat şampiyonluğu’na oynuyorlar. avrupa şampiyonluğu’na, dünya takımlar şampiyonluğu’na oynuyorlar. neden? çünkü birbirlerini güçlendiriyorlar.

-takım ruhu var.
tabi. bunun yanı sıra levon aronian var arkadaşları, rating sıralamasına göre dünyada 3. kendisi. hiçbirisi; tabi içlerinden diyorlarsa bilemem ama; yaptıkları tavırlar göstermiyor ‘’ben levon aronian’ı geçmeliyim.’’ demiyorlar. hepsi destek veriyor aronian’a. çünkü hepsi bir yerlere gelmişler dünya sıralamasında, hepsi yetenekli ama aronian’ın yeteneği diğerlerinden fazla. dünya şampiyonu olabilecek diye gösteriliyor ve takım arkadaşları onu destekliyor, hiçbiri ‘’ben dünya şampiyonu olayım, ben olamıyorsam başkası olsun.’’ demiyorlar. hepsi aronian’ın şampiyon olmasını istiyorlar. amaç ne? ermenis’tanın adı duyulsun. sonra zaten kendileri duyulacaklar. gözler onların ülkesine çevrilecek.

-peki sen? dünyada adını duyurabileceğine inanıyor musun?
bunun için zamana ihtiyaç var. ama benim asıl amacım satranç denince emre can denmesi. nasıl bilardo denince semih saygıner deniyorsa, isimi bilardoyla özleşmişse, satrançla da emre can’ın özdeşleşmesi.

-ama bilardonun popileritesiyle satrancınınki bir değil.
kesinlikle ama yavaş yavaş artacak. mesela federasyon okulla satrancı soktu. (mesela, federasyonun satranca katkılarından birisidir bu.) hiç olmazsa çocuklar taşların nasıl hareket ettiğini öğreniyorlar. buna karşıt, satranç hiç reklam olamıyor, duyuruları olmuyor. geçen sene türkiye’de dünya takımlar şampiyonası yapıldı. bu kadar büyük birşey televizyonda duyulmadı. geçen aylarda dünya 39. olimpiyatlar’a gittik, bu bilinmiyor. 2012’de dünya satranç olimpiyatları türkiye’de yapılacak, geçen bir kaç haftaya kadar rüşvet olayı olmasa bu duyulmayacak.

-şu rüşvet olayına hiç girmiyorum.
şuan sadece iddialar olduğu için geçsek daha iyi.

-bir kadınla mı oynamak zor, bir erkekle mi?
satrançta bir kere kuvvetli ya da güçsüz oyuncu yoktur. sürekli olarak oyuna konsantre olamazsanız sizden çok güçsüz birine de yenilebilirsiniz. bayanla oynamak bir derece daha kolay... yani; 2500 ratingi olan bayan ve erkek sporcu düşünürsek, bayan oyuncu daha çok tercih edilen kişi olur çünkü bu bilimadamlarının söylediği birşey bayanların karakterinde var, daha çabuk demorilize oluyorlar. aniden moralleri bozuluyor.

-duygusal yaklaşıyorlar yani.
evet ve oyundan hızlıca kopabiliyorlar en ufak bir olumsuzlukta. erkeklerse daha mücadeleci oldukları için erkeklerin satranca daha yatkın olduğunu gösteriyor istatistikler. ve eğer iyi bir bayan oyuncuysa erkek hormonlarının diğer bayanlara göre daha çok olduğu söyleniyor.

-benim gözlemlerimdeyse; fiziksel güç ön planda. erkekler kadınlara göre daha kuvvetliler ve bunu birçok kişi bilmese de turnuvalardan sporcular kilolar verip dönüyorlar. beyinlerinizi çok çalıştırarak vücuttan yiyorsunuz.
tabiki fiziksel etken mutlaka var. sonuçta bir maç 5 saat sürebiliyor. ama tam olarak buna bağlanmamasının sebebi maç sırasında ayağa kalkıp gezme özgürlüğümüz ve turnuva alanında ne istersek yiyip, içebilme fırsatımız var. şekere mi ihtiyaç var kola, çikolata veya şekerli çay içip, güçsüzlüğümüzü giderebiliyoruz. o yüzden ben daha çok mücadele etme eksikliğine bağlıyorum erkeklerin bayanlara oranla başarısını ki bir gerçek var ki bu da doğru.

-çok sık dışarı çıkıyorsun, bu sırada çapkınlık durumları nasıl?
valla bunu diğer arkadaşlara sormak lazım.

-kız arkadaşın var mı peki?
hayır, şuan yok.

-bunun yoğunluğunla ilgisi var mı?
tam olarak öyle diyemem fakat tarihte de bunun örnekleri var. çok yetenekli rus bir büyükusta dünya şampiyonu bir satranççıyla çalışıyor. dünya şampiyonu büyükusta, öğrencisi büyükustaya ‘’sen benim velihattım olabilecek bir oyuncusun. çok yeteneklisin. tek yapman gereken çalışmak.’’ diyor. gerçekten de oyuncu ustasının izinden ilerliyor. tam hikayeyi hatırlayamıyorum ama çocuk 20 yaşında mı ne, hocasına ‘’benim kız arkadaşım var ve ben onunla evleneceğim.’’ diyor. hocasının direkt verdiği cevap, ‘’eğer evlenecek olursan, ben seninle çalışmam.’’

-özel ilişkiler satranca bir handikap mı?
sorunlar getirmiyor desek yalan olur çünkü satrançta en önemli şey odaklanmak. başka konular kafanıza takılmamalı. mutlaka yararı da var ama olumsuz yönleri de yatsınamaz.

-peki, en keyif aldığın maçın kiminleydi?
tam olarak hatırlamıyorum ama kazandığım her maçtan keyif alırım.

-kaybettiğin maçlardan almaz mısın?
nasıl kaybettiğime göre değişir. yani, iyi oynayıpta kaybettiğime inandığım çok maçım olmuştur. bir anlık hatayla kayıplar... o zaman çok fazla üzülmem. sadece kaybettiğim için üzülürüm ama oynadığım satrancı beğenirim. ama hiç varlık gösteremeden kaybetmişsem o maçlardan hiç keyif almam.

-kaybettiğin zaman ağlıyor musun?
küçükken tabi çok ağlıyordum ama artık ağladığım pek söylenemez. bazı durumlar hariç. çok önemli bir maçtır, o zaman çok önemserim. genellikle ağlamaktanda yarım saat hiç kimseyle konuşmadığım taktirde yavaş yavaş neşeli halime bürünebiliyorum.

-psikoloğun var mı?
psikoloğum yok çünkü spor psikologları oluyor ama hiçbirisi satrancın ne olduğunu bilmiyor. federasyon bize birkaç tane psikolog sağlamaya çalıştı ama ben sadece bir tanesiyle anlaşabildim çünkü diğer sporculara ne yapıyorlarsa satranççılara da aynısını yapmaya çalışıyorlar.

-burada problem ne?
mesela satranççıya moral vermek istiyorsanız, ona gidip, ‘’sen bu maçı alırsın.’’ demek yeterli değil. ya da kayıpta ‘’üzülme, daha önünde çok maçlar var.’’ da denmemeli.

-ne yapılmalı?
öncelikli olarak onun sadece ve sadece maç olduğunu ve o maçın yüzeysel bir analizi yapılmalı. nasıl oynanmış? hiç mi varlık gösterilmemiş? çünkü bazen çok iyi oynarsınız ama rakip o kadar iyidir ki hiç hata yapmaz. bu durumda yapacak birşey yoktur. belki rakip sizden çok daha zayıf bir oyuncu ama hata yapmazsa siz onu yenemezsiniz. bu tarz durumları psikolog doğru kelimelerle ifade edebilmeli sporcuya. bu yaklaşım sporcuya oyunu algılatır ve önündeki maçlara hazırlanmasını, konsatre olabilmesini sağlar. yani bir satranççı psikoloğu satrançtan çok iyi anlamalı, hatta turnuva tecrübesi olmalı.

-tek kelimeyle cevap vermen gereken sorulara geçiyorum. en sevdiğin oyuncu?
russell crowe.

-ailende en çok kimi seviyorsun?
ablamı.

-bu cevaptan çok memnun oldum. ☺ annen?
canayakın.

-baban?
arkadaş.

-sue?
onun bir kelimesi yok ya... sevimli, tatlı bir şey.

-ablan.
ablam. sıradan bir şey. (gülüyor tabiki, beni kızdırmak için öyle söylediğini biliyorum ama hiç fırsat vermeden vicdan azabı çeksin ☺ diye diğer soruya geçiyorum hızlıca.)

-satrançla hayatını idame ettirebilecek misin?
inanıyorum.

-en keyif aldığın uğraş ne?
internette satranç oynamak.

-en mutlu olduğun an?
bu değişir. herhangi bir güzel durumda mutlu olurum yani.

-beğendiğin bir kadın var mı?
tuba büyüküstün.

-ne kadar satranca handikapı olsa da ileride evlenecek misin?
düşünüyorum. ileride, bir ara.

-hayatın hengamede akıp gidiyor, bundan üzüntü duyuyor musun?
zaman zaman. bazen işler istediğim gibi gitmiyor, o zaman mutlu olamıyorum ama genel anlamda hayattan keyif almayı bilen bir insanım.

-o zaman sıradan ablana bu kadar vakit ayırdığın için teşekkür ederim. ‘’rica ederim’’ bile demiyor. sadece gülüşüyoruz.

anahtar kelimeler: emre can


izmir-satranç-büyükusta-sue-avni akyol lisesi-istanbul-ev-laptop-ablası-ailesi-futbol-ps3-tsf.org.tr-basın-yoncaköy-kadir has üniversitesi-arkadaşları-kadınlar-tuba büyüküstün-sergey ağabeyi-ümit hocası-milli takım-milli takımdakiler-sevdikleri-kavga ettikleri-menejerlik-ilgisizliği-ilgilendikleri-bacağının kırılması-başarıları-madalyalar-burslar-internet-russell crowe-maçlar-rating-takım ruhu-topalov-sivri dili-zekası-burnu büyüklüğü-gülüşü-kardeşliği-türkiye'nin en genç GM'si-federasyon-cüneyt-turnuvalar-kamplar-oyunlar-kayıplar-kazançlar-gökseli ahçısı-çokokrem-beyaz peynir-kola-türkiye-rusya-dünya-yanlış kararlar-doğruluklar-zorunluluklar-IT-öss-para-sponsorluk-THY-taksim-cihangir-bira-duble rakı-levent-çevre-toplum-hobiler-kayak-okumak-kitaplar-sınavlara çalışmak-ps2-pc-vakitsizlik-tatilsizlik-durmadan çalışmak-bilgi-fikir-soru-yanıt-sorun-çözüm-hesaplar-hamleler-olasılıklar-olsızlıklar-saat-tiktak-bayrak-hızlı satranç-sue'nun ödül mamaları-sülalesi-CAN-spor akademisi-fizik-matematik-bilgisayar-pratik düşünmek-stres-özel hoca-problemler-dvd-dizi-how i met your mother-3-en küçük-20-ve daha niceleri...

13 Aralık 2010 Pazartesi

www.haciyatmazfilm.com'dan haberler

Hacıyatmaz Film'in işlerini paylaşmak istiyordum aslında ama bir türlü fırsat bulamamıştım.
Bu şirketin ilk klip filmi.
Diğer işlerini de yavaş yavaş ileriki günlerde yayınlayacağım.

Şiretin kendi yaptığı işler daha internet sitesinde güncellenemedi, 1 aya tamamlanmış olur güncellemeler ama bence yine de siteyi ziyaret etmenizde yarar var çünkü keyif alacağınıza bahse girerim. :)

ayyy video'yu aşağıda gördüğünüz gibi yükleme çalıştım ama olmuyor. aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz!

http://www.facebook.com/group.php?gid=141243069239136&ref=ts

Aralık Ayları


Birileri her bahar aşık olur, bense her Aralık sıkılırım.
Sorgu ayıdır Aralık benim için.
Yapılanlar, yapılması gerekenler.
Dilenmiş, gerçekleşmemiş dilekler. Ve dilenecek, gerçekleşecek umudunun bir daha filizlenmesindeki yorgunluk.
Hep öyledir ya. Olan güzelliklerden çok, elde edilemeyen istekler hatırda kalır.
Yine bir sürü umut. Yine bir yaşı daha geride bırakma. Yine kıymeti bilinmeyen bir senenin çöpe gitmesi. Yine bir sonrası için hevesle atılan adım. Beklentilerin artışı. İsteklerin hırslanışı.

Yorucu değil mi sizce de?

Evet şunlar şunlar oldu, oley! Malesef şunlar şunlar olamadı.
Düşünmemek lazım aslında. Dilememek.
Aslında severim çam ağaçlarını. Sokakların renkarenk olmasını. Bir de yerler kar tutmuşsa değmeyin keyfime. Aldım mı elime sıcak kahvemi, kucağıma ince battaniyemi geçiveririm cam kenarına. Seyre dalarım buğulu gözler ardında, puslu havayı. Yine bir duygusallık işte. Hep şu filmlerden mi öğreniyoruz ne?
Hep bir terslik vardır zaten bende. Millet gider Mersine, ben tam tersine şeklinde. Herkesin içi cıvıl cıvıl olduğunda ben daha da kasvetli.

Bu sene dilemiyorum işte Noel Baba’dan bir şey. Olacak diye beklemek, olmadıkça üzülmek, ha gerçekleşti ha leşmedi diye yaşamak istemiyorum bu sene.

2010 güzel bir seneydi. 2009’a göre çok güzel. ‘’Hatta hayat ne garip’’ dedirtecek kadar mutluluklar getirdi bize.

2011’in getireceklerini kendi insafına bırakıyorum.

GM Emre Can Röportajı


Daha önce orada burada bahsetmiştim. Emre Can'la röportaj yapacağım diye. Ama öyle herkesin sorduğu sıkıcı sorulardan olmayacaktı benimkiler çünkü ''Satranca nasıl başladın?'' sorusunu duymaktan kusabiliriz artık. Biz de Emre Can'la başka şeylerden bahsettik. Daha çok onun özel fikirlerinden...

Bol bol konuştuk Emre Efendi'yle anlayacağınız.
O kadar bol konuşmuşuz ki onun hakkında, federasyon hakkında, satranç, Türkiye, dünya, arkadaşları, ailesi hakkında bir türlü deşifre edemiyorum.
Biraz uzun tutmuşuz sohbeti. O yüzden biraz daha gecikecek 2 kardeş röportajı.
Olsun merak uyandırır hiç olmazsa.
Umarım bu ay yayında olacak kendisi.
Az sonra...

1 Aralık 2010 Çarşamba

sue ve satranç



biz de bir kız çocuğu var, nasıl zeki bilemezsiniz. ne dersek anlıyor.
''topunu getir'' diyorsun, top geliyor. ''ipini getir''e ip. melis-emre-baba-anne hepsini biliyor.
geçenlerde de ev tadilattaydı. azat diye bir usta içeride matkapla duvarları deşerken, hüseyin abi
sürekli azat usta'ya birşeyler söylüyor. ama söylerken de ''azat, azat'' diye sesleniyor. 2 gün böyle geçti.
bizim kız azat'ı da öğrendi. sonra içeride hepberaber otururken, hüseyin ağabey sue'ya sordu:
-kızım, azat napıyor?
bizim kız pıtır pıtır içeriye gitti, kaptı ağzıyla matkapı getirdi. nasıl zeki değil mi? canımmm yaaa.
geçenlerde de sergey geldi. emre'yle maç yapıyorlar. oturdu sue bunların yanına hiç sıkılmadan maç bitene
kadar onları bekledi. çok komktiler, hemen fotoğrafladım elimdeki b..tan makinayla. anca bu kadar.

*ilk fotoğrafla ikincisi arasındaki 7 farkı bulunuz lütfen. ilk ipucu benden, masadaki kek.

blogger

blog'umu istediğim düzene sokamamaktan şikayetciyim!
bu düzensiz kız ben değilim.
yani en azından yazı ve sayfa konusunda.
odama girseniz tam da blogger'ım gibi.

yeni nesil düğün


artık devir değişti. genellikle bu devir değikliklerine de ilk ayak uyduran aile bizimkisi olur.
ehh tabi düğünler de değişti. bir yandan iyi oldu, bir yandan farklı.
bizim ailede herkes birden değişiveririrken ben biraz bu durumda zorlanırım.
herkes yahoo'dan gmail'a geçerken, benim geçmem biraz vakit alır. herkes özel günleri sevgilisiyle kutlarken, ben yine
ailemin yanında olurum. biraz gelenekçiyim sanki. bizim aileye de bu hiç yakışmaz ya ne yapalım öyleyim işte.
zaten teyzemin gençlik fotoğraflarını görmesem kesinlikle evlat edinildiğime inanmaya başlayacaktım.
neyse diyeceğim şu ki, kızları veridik. yine arebesk yanım ağır bastı. yani kızları evlendirdik. müge ve özge.
şimdi gözler bana çevrildi tabi ama ağırdan alıyorum, duymamazlıktan geliyorum artık, ne yapalım... cevap versem,
bir ton laf daha. 1 laf et, 100 cevap işit bizimkisi. annemle yarışamam. geri çekiliyorum.
bizim ailenin yeni nesil düğünler öyle bildiğiniz gibilerden değil. parti misli. doğumgünü partisi gibi dersem belki daha iyi
anlatabilmiş olurum. şöyle bir bar kapatma. alkol sınırsız tabiki. az birşeyler atıştırmaya. masa falan yok tabi. olursa,
tek tek gezip, herkesi öpmek gerek en mutlu gününde. ciddi vakit kaybı. bir de yorgunluk cabası.
sonuç gelinle damat mutlu mu? herkese düşen tebrik etmesi.
bir de şöyle bir gerçek var ki, en klasik, en geleneksel, dıdısının dıdısını çağırdığın düğünler de bile herkes 'ne eksik' onu
arar. maalesef ki, 'kimse şusu güzel, busu güzel' konuşmaz. ''yemeklerin seçimi güzeldi ama soğuktu. süslemeler güzel ama
masa düzeni olmamış.'' ahhh asıl korkulu rüyam kim nereye oturacak. hayalim herkesin en önde oturması, ben geri de kalsam
da olur. yeter ki, küsmesinler bana, geline.
bunca laf ediyorum ya. ben yine tülümle duvağımla en klasik gelin olur ve en klasik düğünü de yapar çıkarım. sülalemde tanımadıklarıma kadar da çağırırım. gelenekçiyim ben,modernleşemedim, ne yapalım...

*annem bir keresinde heves edip bir arkadaş listesi çıkarmış, 100ü geçiyor sayı. ''anne bu ne?'' dedim. ''aaa ben hiçbirinden kısamam. az kişi istiyorsan sen az çağır.'' dedi. yerlere yattım tabiki, ben değil, o evleniyor. :) haa bir de ortada olmayan düğün için kavgadayız.

*özge'nin düğününden kareler koyuyorum. lacivert elbiseli kızımız gelinimiz. bilginize.

selenimo!


çok kısa ve net. süleyman bey haklıymış.
özellikle son bir yılda avustralya konsolosluğu çok sıkılaşmış. artık vize vermiyorlarmış.
ya evli olacaksın, ya çocuklu ya da devlet dairesi çalışanı.
''çok meraklıyım memleketinize'' diyorum, ve gitmekten vazgeçiyorum. vize alamadım diye değil yani. istemiyorum artık. :)

şaka bir yana ilk başta çok üzüldüm. kışın ortasında, güneşleniyor olacaktım okyanus karşısında.
herkes çalışırken, biraz kafa dağıtacaktım. hem de selen'imle! onu çok özledim.
onunla karşılıklı kahveleri... gülen gözlerinin içine baka baka sohbet etmeyi de çok özledim.
bir de öyledir ki selenimo bir özelliği vardır, kimsenin yerini tutamaz. bir sarılır. sımısıkı. bütün kötü enerjileri alır götürür o sıcacık kucağıyla.
ne yapalım; onu dört gözle bekliyorum artık. tatil için bir türkiye yapsa bari.

10 sene önce Dalkılıç


hayat çok garip gerçekten.
eskiden, yazlarımı yoncaköy'de geçirdiğim dönemler ki bu da ortaokul-lise falan oluyor; kuşadası'nda heaven diye bir yere takılırdık. ve tam 15 yaş dönemlerime tekabül eder ki, özhan dinlemeye giderdik. onun da hem gitaristi, hem altında çıkan bir adam vardı: murat dalkılıç. kenan (doğulu) şarkıları söylerdi. ama nasıl tatlı. yeni moda bol kotlar falan... biz kızlar ''ah, uhh'' diye diye izlerdik. yalan yok.
sonra ben biraz daha büyüdüm ve 25 oldum. dalkılıç'ta albüm yaptı. nedense sevmiyordum artık onu. hatta bir ''ııyyyy'' durumum da vardı. geçenlerde tayfur dedi ki, ''dalkılıç klibi var.'' ben yine, ''ııyyyy'' dedim. ''iyi çekeriz.'' sonra düşündüm de bu klibi bir 10 sene önce çekiyor olsaydık ne mutlu olurdum ama. nerden nereye...
neyse iyi ki de çekmişiz klibi ki, gerçek anlamda tanışıp, öyle benim 'nefret ettiğim' gibi biri olmadığını anladım. aklı başında, önünüze çıkacak bir çok popçudan daha seviyeli, düzeyle basbaya düzgün bir adam.
hele set anlayışı, hiç yorulmayışı, hiç şikayet etmeyişi... gayet rahattı çalışması onunla. neyse konu o değil. 10 senedeki değişimler ve hayatın sundukları ve biz insanoğlunun bir türlü beğenmeyişi. :) böyle bir hikaye bu da.

25 Kasım 2010 Perşembe

ekip yemeği



annemle ben severiz davet vermeyi. hep deriz ''çalışalım ama ev işinden uzak duralım.'' evde tek keyifle yaptığımız şey yemek. mutfak sıkılmadan, oflayıp poflamadan vakit geçirdiğimiz en değerli bölüm.
arbella'nın 46 filmlik uzun bir çekim ve montaj süreci bitince ''bir yemek yiyelim, içinde makarna olmasın'' dedik. :) ama yere bir türlü karar veremiyoruz. şurası diyorum, aksel birşey diyor, burası diyorum tayfur... sonunda herkesin bonfile yemek istediğine, yerin önemli olmadığına, sohbet edebileceğimiz bir yerin tercih konusu olduğuna karar verince bu kalabalığa mekan sıralamaktan bıkıp, ''ben size yaparım'' dedim. çok şaşırdılar tabi. ama sonunda da memnun kaldılar neyse ki. :) gecenin başında çekilen 1-2 kareden başka bir kanıt yok elimde, o geceye ait. o yüzden cenk ve beste'yle beraber soframı paylaşabiliyorum.
annemden tam olmasa da yüksek bir not aldım kanımca. bonfilenin yanına da mis gibi bir püre yapmıştım. afiyetle yedik!
(makarnasız desekte, sofraya makarna salatasını da kondurmadan edemedim. 2 aylık bir alışkanlık var sonuç itibariyle.)

yaşlı keçi derya




derya geçenlerde haftasonluğuna istanbul'a geldi. ben de topu topu 3 günümüz var diye dolu dolu plan yaptım. nerden bilebilirdim ki, deryuş'un yaşlandığını kabullenip, ilk gecenin ardından yere yığılacağını.
oysa eskiden öyle miydi? yoncaköy geceleri'nde... ya sahilde içerdik, ya pub'da. o sene adil efendi nerede çalıyorsa orada. 3 ay boyunca, her gece. hiç ara vermeden. vücudumuzun bir gün bile dinlenmesine izin vermeden sabahlara kadar içer, söyler, güler, nadiren de küçücük dertlerimize yanar ağlardık.
yoncaköy'lüler bilirler. bir kişi bile olamaz gülümsemeden hatırlanamaz yaz ayları. en değerli şarkımızdı; yaşar'dan 'yaz bitti.' ''ya kalem bitti ne naz. buuuu yalan gibi biraz...''
bir keresinde emre'ye satrancından dolayı hayranlık duyan küçük doğu bize kalmaya geldi. ailesi bu hikayeyi hala bilmiyor olabilir ama yapacak hiçbir şey yok açıklıyorum: sabah bir uyandık doğu hiçbir yerde yok. emre, derya, ben. annemle babam selçuk'a cumartesi pazarına alışverişe gitmişler. klasik rutin. herneyse, sandık ki doğu'da onlarla gitti. ben annemi arayıp, sorunca, doğu da yanlarında olmayında, ehh ufacıkta çocuk bizi bir telaş bastı ki inanamazsınız.
fırladık dört bir yandan doğu aramaya. yoncaköy'de doğu'nun bildiği (sanki derya-deniz ya) her yere baktık. atariler, sahil, bilardo... hiçbir yerde yok. saatler geçti yok. çıldırıcaz. ben ağlıyorum korkudan. annemler geri dönmeye karar verdiler beraber bakalım diye. emre'yi en son denizin içinde doğu ararken hatırlıyorum. önümüze her gelene soruyoruz. avazımız çıktığı kadar ''doğu, doğu'' diye bağırıyoruz. yok da yok!! oturduk terasta annemleri beklemeye başladık ki, bir de ne görelim. bizim ufaklık ağzı kulaklarında elini kolunu sallaya sallaya geliyor. ehh sorduk tabi, ''nerdeydin?'' diye. geçen gün sahilde satranç bilen bir çocuk tanışmışta, çocuğun anneannesi de ''ne zaman istersen bize gel oynayın'' demişte. onlara gitmiş efendim. saattin nasıl geçtiğini anlamamış çirkin surat. (nasıl tatlı bir çocuktu o yaa allah'ım. o dönemlerin fotoğrafı olsa da paylaşşam.) asıl bomba biz üçümüzden... şimdi tepkilere dikkat! :) (geleceğin anne ve babaları işte böyle olacak.)
sert abi, otariter baba konuşur;
emre: çabuk yukarı odana. 2 gün cezalısın, evden dışarı çıkmak yok.
melis: (kalbimi tutarak) bak, baaak kalbime nasıl atıyor. ne ilaçlar aldım başım geçmedi, sen beni öldürmek mi istiyorsun?
şimdi yerlere yatacaksınız.
derya: sen yüzünden düştüğüm halleri görüyor musun? bak (üzerindeki geceliği tutarak) bu halde dışarılarda seni aradım. tüm yoncaköy beni böyle gördü. inanabiliyor musun halime?

işte böyle... yoncaköy'den kısa bir demeç. şimdi gelelim günümüzün istanbul'una. derya'yla bir kız gecesi yapalım dedik ve tayfur, emre ve ahmet'i ekarte ettik. derya, pınar, emine, ben maalesef buse, aysu ve dilek son dakikada katılamadılar yemeğe gittik. ardından boğazlarımız patlayana kadar şarkı söylemeye. eve döndüğümüzde sabaha karşı 4'tü. eh makyaj çıkar, yat, uyu. bir hayli geç oldu. eğlendik eğlenmesine, hem de çok ama ertesi sabah bir kalktık ki, derya ve bende ses yok. pınar nispeten iyi. ehhh kız şarkı söylemesini biliyor da ondan, derya gibi küçük dil şovu yapmıyor. :)) beni öldürecek yaşlı keçi bunları yazdığım için ama öyle yapacak birşey yok. ertesi sabah ben isterdim ki denize nazır, dibinde dibinde miss gibi bir kahvaltı yapalım, üstüne türk kahvelerimizi yudumlayıp, tersinden kapatalım. ama neredeeee... bizim kızın kolunu kaldıracak hali yok. bütün gün evde pinekledik, tatilimizi bitirdik.
ertesi gün o altın yunus'a, ben sette. pınar'da ermeni hastanesi'ne.
sonuç hayatı boyunca 'derya abla' seslenişlerine dahi tahamül edemeyen derya'dan yorum ''yaşlandık biz, yaşlandık. eskiden böyle miydik?''

27 Ekim 2010 Çarşamba

avustralya hayalleri


niyetim selen'in yanına avustralya'ya gitmek. öylesine. gezmeye, tozmaya. haaa bir de bir kitap fikri çıkarsa bilemem, orası da bonusu olur artık. benim yazılar hep bir seyahat ya... uzun uzadıya da kalmayı planlamıyorum hani, şunun şurası bir buçuk aylığına. şu sıralar evraklarımı hazırlıyorum. asıl amacım yılbaşına yetişebilmek. şöyle bir havayifişek gösterisine dahil olabilmek sokaklarda.
böyle hevesli hevesli anlattığıma bakmayın. herkes önümde engel. önce annem başladı, ''vize verecekler mi bakalım?'' diye. ardından babam, ''biletleri alalım, yer kalmayacak.'' ailem ya, pek takmadım tabi. beni en çok geren süleyman bey oldu. selen'den aldım numarasını. özgür ve selen onunla başvurularını göndermiş ankara'ya. dedim ''benim de elimden tut, bir tatil yapıp geleyim.''

önce soru yağmuruna tuttu beni.
-nerde çalışıyorsun?
-hacıyatmaz film.
-hııı. çok kaygan bir işmiş.
-pardon?
-memur değilsiniz yani. neyse, evli misiniz? çoluk-çocuk?
-(annem bitti, bu başladı! bkz:http://melsevreka.blogspot.com/2010/10/annem-yani-gelecegin-anneannesi-bir-de.html ) yook. ne evliyim, ne çocuk var.
-haa siz o zaman başvurmayın.
-nasıl yani?
-paranız yanmasın boşuna, vize vemezler size.
-şaka yapıyorsunuz!! ama ben daha önce bir sürü ülkeye gittim. hatta isveç vizem var pasaportumda 2 senelik.
-farketmez.
-peki, teşekkür ederim o zaman.

adama bak yahuu resmen konsolosluk değil, o gitmemi istemiyor. inat ettim, onsuz başvuruyorum. tabi 2 ay sonra konsolosluğun 'RED' cevabını da haber verebilirim size. bakalım.
ama emine sağolsun, konsolosluk başvuru departmanında çalışıyor malta ve danimarka; o bana bazı tavsielerde bulundu, evraklarımın içine onun tavsiye evraklarını da ilave ettim. şimdi selen'den davatiye gelir gelmez, doğru postaya, ''ankara'ya yetişecek evrak var mektupçuuuuu.''

arbella ve babam


10 günlük çekim, montaj, animasyon, toplantısı falan filan derken neredeyse 2 aylık bir işin de sonuna geldik.
arbella! ve babamın meşhur olma durumları.
tam 46 film. ama artık severek, beğenerek izliyoruz diyebiliriz. özellikle sokak filmlerinde çok eğleniyoruz.
arbella.tv'de 'sokakta makarna', 'sizlerin seçimi' ve 'şeflerin seçimi' diye 3 ayrı katagoride toplanmış durumda.
izleyiniz... ama babamin linkini burada paylaşmak isterim. ben onun heyecanını, mutfak aşkını gülerek izliyorum. :))
hele bir de ''arbella burgu makarnası'' demiyor mu, yerim onu ben.
dahası derin ve müge, bir de yavuz.
aysu ve yadi bir de tuna, burçay, nazan teyze var. hepsi de çok güzeller. hele tuna makarnayı bir gümletiyor ki mideye, müthiş!!

http://www.arbella.tv/vidp.aspx?cid=2&vid=26

*ekip çok keyifliydi. yorulduk ama çokta eğlendik.

annem yani geleceğin anneannesi (bir de babaannesi) ve tuna bebek




''annem kafayı yedi.'' yazmak istesem de, öyle birşey diyemem tabi. cıızzzz!! annelere hiç öyle denir mi? hele küçüklüğümü hatırlayınca hiç diyemem. annem gariptir. yeri gelince dünyanın en modern annesi, yeri gelince en arabesk. erkek arkadaşımla bensiz yemeğe de çıkar ama çocukken terliğiyle peşimden de koştururdu. ben de canım sıkıldığı zamanlarda küfür ederdim, yakalamaç oynayacağımız için. alırdı terliğini eline başlardı peşimden koşmaya. yakaladığı an da yatırırdı yere halının üzerine başlardı evdeki hayaletlere seslenmeye ''getirin kırmızı biberi!!'' ''anneciğim ne olursun, vallahi bir daha demeyeceğim.'' ama saf ben, nasıl inanırdım o kırmızı biber gelecekte, ağzıma basacak diye. sonra affederdi beni, büyük lütuf! ben tabi memnun, ağzım yanmadan bu sefer de kurtulduk diye... gerçi şimdi olsa hay hay, 'en sevdiğim yemek ıspanaklı börek'tir meşur lafım ama artık çiğ köfte, hem de en acısından. herneyse yaa nerden nereye geldik.
asıl konumuz şu. kuzenim benden bir yaş büyük ve evlendiği yetmezmiş gibi bir de hamile. geçenlerde de tuna'yı görmeye gittik burçay'a. annelere de kadar denmezse de: annem delirdi. yok onun torun yaşı gelmişte, artık torununu sevmek istermiş de. yetmezmiş gibi bana demesin mi ''sen evlenmek için geç kaldın'' diye. işte şimdi de çıldırma sırası bende! nasıl geç kaldım? daha yaşım kaç benim? ama kadın ciddi. hem de çok ciddi. nuriş'te doğurdu. ehh ceren'i de biliyor. sanıyor ki kızı baya geç kaldı bu işlere.
candaş'a anlattım, diğer teyzemin oğluna. ''olur öyle şeyler, gelmişlerdir, giderler, sen merak etme.'' diyor. giderler mi gerçekten?

*tuna'nın fotoğraflarını paylaşmak istiyorum. öyle tatlı ki. öyle yakışıklı ki!! ama sakın nazar değdirmeyin.

derin bebek aramıza hoş geldi.




cerenimooo doğurdu. öyle yakışıklı bir bebek ki derin. bol bol saçları var.
ceren de sanki 10. çocuğunu doğurmuş gibi nasıl olgun, nasıl aklı başında davranıyor. bir kere rahat. bir buse, bir ben kucağımızdan indirmedik. ağladığında sakin. ne istediğini hemen anlayıveriyor. ben telaş yaptıkça da ''bebek bu, tabiki ağlayacak, sen heyecanlanma'' diye beni yatıştırıyor. tayfur derin'in ellerinden öptükçe ben sinirden kuduruyorum. eee bebekler en çok ellerini ağızlarına götürürler, bir mikrop kapsın istemiyorum. ceren yazık yine orada devreye giriyor. ''bırak öpsün, derin halinden memnun'' diyor.
bir de derin'in tayfur sevgisi var tabi. hiç birimize o kadar gülücükler savurmazken, tayfur onunla konuşurken, elini okşarken o kadar mutlu ki. anneanne ''babası sanıyor'' diyor. çağlar tüm gün işte olunca, sadece geceleri hasret giderebiliyorlar. ehh derin de her erkeği babası zannedip, üstüne atlıyormuş. erkeklerin kollarında daha mutlu. gerçi buse'nin profesyönel anneliğini es geçmemek gerek. hemencecik uyutuverdi bebişi kollarında. ben daha nasıl tutmalıyım, acaba rahat mıdır kollarımda stresleri yaşarken herkes benden tecrübeli manşallah. kucağıma almama kalkmadı, tayfur bey'ler laf yetiştiriyorlar, ''aman kafasına dikkat et.'' o kadarını biz de biliyoruz herhalde! zaten sadece o kadarını biliyorum ya.
neyse işin özü derin dünya tatlısı. ceren de ilk bebeğine rağmen doğurmuşta doğurmuş bir anne kadar rahat, bebeğinin ne istediğini anında çözecek kadar profesyönel ve annelik duygusunu ilk defa tadan bir kadın kadar acami. bakışlarından anlıyorsunuz. öyle derin bakıyor ki derin'e...

*bu arada kuzen müge de ocak'ta doğuruyor. onun ki de erkek ve yiğenim adı da DERİN.

21 Ekim 2010 Perşembe

irmik'e.


ben istanbul'a ilk geldiğimde kimse yoktu. bir tek 'o' vardı. şimdi herkes gitse yine o kalır. tüm katlanılmaz günlerimde, kimsecikler dahi yokken kaldıysa, bir ömür yine yanımdadır. o canımın bir parçası. bakışımı doğru aneliz edebilen, her gülücüğün sade bir tebessümden oluşmadığını anlayan kişi. bakışlarımın altında yatanı kelimelere döken, çok derinlerde dile gelemeyecek kelimeleri bildiğini bir kucakla ifade edebilen biri. yarım olmuş o, olmayan kız kardeşim... daha ağzımı açarken, söyleyemediklerimi duyup 'yaaa' diyen; 'ben sana söylemiştim.' yanımda olması gerektiğinde hiç çağırmadan başucumda bitiveren. hisleriyle hep beni çözümleyen. günlerce görüşemediğimizde birbirimizi aylarca görmemiş gibi özlemle, alelacele dedikoduya başladığım kişi o.
daha yurtta kalırken saçlarım diken diken olup, avazım çıktığı kadar bağırmaya başlamama gıdım kala, kolumdan tutup, beni yurttan çıkarıp evini açan da o. daha kuaför bilmezken (doğru kuaför kadınlar için çok önemlidir) ilk istanbul kuaför tecrübesi yaşatan da o. istanbul gecelerine aktığım, evde otururken bir kaset doldurup, tatlı bir anımızı kaybeden de o. (bu yazıyı okuyup, bu kaset işini anlayacak tek kişi de o.)
ardından evime yerleşirken eşyalarımı benden önce yerleştiren, birgün okuldan eve döndüğümde evin tanınmaz bir halde düzüneni değiştirip, eve girerken elime türk kahvemi sokuşturup, 'kızmayacaksın ama' diyen de o. canım yani işte. ahh cihangir, onunla ne anılarımız saklı sende. en şiddetli gözyaşlarını bir sen bilirsin, bir de o. her şarap-peynir-patlıcan salatası gecemde yine yanımda olan o. bavullar toplandı bir ara evde, yine o topladı ben elimi dahi sürmeye yeltenmezken. ne eğlencelere hazırlandık, hep yine ilk hazır olan o oldu. benim arkamı toplayan da. her daim dağınık cihangir'i o toplu yaptı. o temizledi. özellikle alkol doldurulmuş boş bardakların mutfak yığıntısını.
sonra onu evlendirdim. işte her iyi, her kötü günde birbirimizin olmazsa olmazı olduk onunla ben. iki kız kardeşten farksız. şu satırlarda paylaşamayacağım ne anılar hayatımızın bir parçası oldu. ne dağılmalar, ne yükselişler, ne bitişler, ne başlangıçlar yaşandı. ben işten izin alıp gidemesem de o mezun olurken, mezuniyetimde cüppemi giydiren yine o oldu. hiç kavga etmedik diyemem, bilgi koridorları bile duymuştur kırgınlık konuşmalarını. ama şimdi 'git' desem, 'gidemem' der. 'istemiyorum seni' dese, 'hadi be, sen onu külahıma anlat' derim. yine güleriz. yine sarılırız sımsıkı.
zaten hiç bırakmadık birbirimizin elini. hani eliniz telefona gittiğinde saat kaç diye bakmadan çevirirsiniz ya tuşları, hani habersiz evine gidebildiğiniz biri vardır ya. işte o. 'gel' dediğiniz an, nedensiz geliverir ya. öyle kaldırım kenarında ağlasanız şuğursuzca çağıracağınız tek kişi vardır ya. ya da evlenme teklifi aldığınızda biri gelir ya aklınıza, paylaşmalısınızdır, sormalısınızdır. öyle anneyle-babayla-sevgiliyle ya da kocayla konuşamayacağınız, kimseyle paylaşamayacağınız ama size ağır gelen duygular, hisler, korkular vardır ya. işte o sorulara cevabı olan kişidir o. telefonun bir ucundayken, başımı dizine koyabildiğim kişi. ve daha haber vermeme fırsat olmadan kutlamada karşımda kadehini kadehime tokuşturan kişi o.

6 Ekim 2010 Çarşamba

el freni


Babam evde değilse, annemin bir yere gitmesi gerekiyorsa. ne tamirci, ne kuaför, ne cami, ne kafe olmayan bir yere araba bozulursa ve annem yoldan geçen tüpçülerden yardım isterse halimiz tam da böyle olur!
itiyoruz itiyoruz araba bir gıdım ilerlemiyor. tüpçü amca 1 sorar, "Abla, el freni mi çekik yoksa." Annemden cevap "Aaaa, evet." der ve araba birden kaymaya başlar. Kanter içinde kalmış tüpçü 2 amcadan isyan, "Ahh be abla!" Aynı anda Emre de "Ahhh be anne." demektedir o sırada. Sue mu? ne yaptığımızı anlamaz ki, bir arabaya binmek ister, annemle attauyaaa gitmek için, bir biz niye aşağıdayız diye, arabaya binmez bizi izler.

27 Eylül 2010 Pazartesi

bizim bayramlar



hiç öyle çocuklarıma anlatacak bayramlar yaşamadım. sabah bayram namazına giden bir babam, erkenden kocası camiden dönecek diye kahvaltı hazırlayan annem, "nerede kaldınız gelin de elimi öpün" diye ısrar eden babaannem-anneannem olmadı.
ama bizim bayramlar daha güzel geçiyor sanki. ya da benim işime geliyor. bizde bayram sabahı herkes istediği saatte uyanır. uykusu bitince. ama daha şık giyinilir. öyle pijamayla ya da yazlıktaysan bikiniyle oturulmaz sofraya. mutlaka hep birlikte edilir kahvaltı, öyle tek tek değil. evde ne kadar insan varsa o kadar kişi oturur masaya. bir güzel uzun uzun kahvaltı edilir. sonra annem çikolataları almaya, babam likörleri koymaya... şerefe yapılır. iyi bir bayram dileğiyle... çikolatalar yenilir, sırayla öpüşülür. bazen izin verir bizimkiler el öpmeme, çoğu zaman babam vermez. yanaklarından öptürür. bütün gün uzaktakilere telefonlar edilir. o kadar çok telefonla konuşuruz ki, kulaklarımız ısınır artık ama yine de mesajla bayram tebriği yapılmaz bizim aile de.
sonra akşam olur ve sülaleden ne kadar kişi bir araya gelebilirse o kadar kişiyle yemeğe çıkılır. güzel bir rakı-balık gecesidir genellikle. kimi zaman şaraplı bir yemek. herkes herkesi öper, bayramlaşır ama yine bayram bahane 'yemek-alkol' şahane şeklinde masadakiler silinip, süpürülür apayrı sohbetlerle.
bu sene bayram yemeği bizdeydi. babamın mangalda pişirdiği balıklar, annemin müthiş mezeleriyle afiyetle bir bayram daha geçirdik. bayram yazısı biraz geç olduğu için iyi bayramlar dileyemiorum kimseye. bir dahakine inşallaa...

göksel kadınları


bunlar 'göksel kadınları'!!
onlar üzerine yazilacak, konuşulacak o kadar şey var ki...
hepsinden bahsedemeyeceğim tabi. aile sırları :)

ama onları tanıyanlar bilirler. gizli, saklı da olsa içlerinin derinliklerinde biryerde aslında çok ortak noktaları var. bir yandan birbirlerinin zıttı 3 kardeş, bir yandan tıpkısının tıpkısı.
çok küskünlükleri olmuştur birbirlerine anlatmadıkları. çok bağrışmalar, çağırşmalar yaşanmıştır gözlerinin içlerine baka baka. ama birşey hiç değişmemiştir ömürleri boyunca; her dertte-tasada yine birbirlerine koşmuşlardır.
onlara bakınca 'aile' kavramını o kadar net anlıyorum ki! şaşıyorum aslında. "ben yapamam" diyorum. onca kırkınlıktan sonra, öylesine içten, sevgi dolu sarılamam ki birine. kardeşim bile olsa.
yok ama! bu kadınlar kavga etmesini de biliyorlar, sevmesini de. birinin en kötü anında yine kenetleniyorlar birbirlerine. bir bakıyorlar ki etraflarına onlardan başkası da yok. "dosttan da özelmiş, abla-kardeş" diyorlar.

hep bir ablam olsun istemişimdir. neyse ki, dünyadaki herkesten, herşeyden daha değerili bir varlık var; 'kardeşim'. o abla hasretini gideriyor. tek farkı iki kız kardeşte kıyafet, takı değiş tokuşları olur ya, onu yapamıyoruz. neyse canım şükür ederlim ki böylelikle sevgilileri de değiştiremiyoruz. konumuz emre değil tabiki. o başlı başına, kimsenin kimseye duyamayacağı bir sevgi konusu. dönelim göksel kadınları'na.

göksel kadınları'nın sofrası bir ayrı kurulur. kimse onlar gibi pilav yapamaz. bu annelerinden geçen elden, muzaffer göksel'den kaynaklanır. cumhuriyet'le yaşıt anneannem ama hala mutfakta. yaşlandı tabi. yine de bir çok 87'liğe taş çıkartır.
diğeceğim o şaşalılar göksel kadınları. bir kere vehbi göksel'le büyümüşler. onlara sorsan ne derler bilemem ama uzaktan şanslı duruyorlar işte.

3 kız kardeş, 1 anne. kaldılar mı 4 kadın en büyük dedikodu kocaları olur. veya hiç gündeme gelmez adamlar sinirlerini bozamazlar, eğlenmek için buluşmuşlardır. :)
sık sık bir araya gelirler. çaylar, kahveler kurabiyeler, kekler. en çokta gökseli göksel'in elinden. sürekli bir hastalıkla uğraşırlar, hemen onur göksel'e koşarlar. bir de şu gayrimenkul işleri hiç bitmez. valla bizim aile dışında kimse bu kadar ev alıp, satmaz. haah o zaman da işin uzmanı müfide göksel devreye girer. roller paylaşılmış durumda göksel kadınlarında. buluşup, buluşup kafaları çekerler. ağlarlar zaman zaman kederlendiklerinde. kahkahalarla gülerler dedikodu zamanı geldiğinde ama bilirim ki onların en büyük mutluluğu istanbul'dan, antalya'dan, moskova'dan ve londra'dan çocukları arayıpta "biz geliyoruz" demesidir. hepsi de canından çok severler çocuklarını. her anne aynıdır da bunların içi titrer
oğullarına, kızlarına.

ben onlara bakınca en şiddetli kavgaları böyleleikle yıkıntıları ve en sevgi dolu anları 3 kız kardeşliği görüyorum. aile kavramını idrak etmeye çalışıyorum. işte böyle göksel kadınları'nın kısaca hikayesi ve benim onlara şaşkınlığım, hayranlığım.

8 Eylül 2010 Çarşamba

yurdum insanı


size trajikomik bir hikaye anlatmak istiyorum.
geçen gün emoş, annem, aysu, sue ve ben ada'ya müzik dinlemeye gittik. yanında da birşeyler yuvarlarız diye. emre birkaç gün önce girdiği ehliyet sınavıyla ilgili bir hikayesini anlattı. neredeyse yerlere yatarak güldüm. ama öyle böyle değil. karnıma kıramplar girdi. bir yandan "rezalet" dedikçe, diğer yandan "aman allah'ım çok komik" diye diye...
şimdi bizim çocuk ehliyetini yazlığa yakın olsun diye selçuk'tan alacak. sınava da torbalı'da girmiş. sınıfa girmişler, herkes yerlerini almış, cevap kitapçıklarını başlarındaki görevli dağıtmaya başlamış. oradan türbanlı (emre anlatırken söyleyince, ben de paylaşayım dedim. hikaye benden değil sonuç olarak) bir kızcağız sormuş "başka birşey dağatacak mısınız?" adam, "daha sonra" diye cevaplayınca, beklemeye koyulmuşlar. bir vakit sonra görevli öğretmen bu sefer de soru kitapçıklarını dağıtmaya başlamış ki ne görsün, bizim kız trafiği bitirmiş, neredeyse motor bölümüne başlayacak. hoca heyecanla sormuş, "ne yapıyorsun sen?"

-ee ben size sordum, "başka birşey dağıtacak mısınız" diye.
-ben de sana "sonra" dedim. neyse neyse ben de cevapları bildiğinden endişe duymuştum.

tüm sınıf yerlerde. emre utancından gülemiyor bile. "ben öyleyim" diyor, "kızın adına utandım, ona gülemedim bile". kızcağız meğer sorular gelmeyince kafadan atmasyon cevap kağıdına bir a, bir b diye cevapları yapıştırmaya başlamış bile. helal. "eeee, sonra ne yaptılar" dedim ben de. kız tüm atmasyon cevapları silmiş, tertemiz bir cevap kağıdıyla bu sefer soruları okuyarak cevap kağıdını işaretlemeye başlamış. çok hoş. aklıma tayfur'la referandum sohbetimiz ve ardında penguen'deki karikatür çıktı. başbakan hakla sanki herkes ilkokul çağındaymış gibi anlatıyor ya derdini, ehh en doğrusu da bu galba.
yurdum insanı oku: ali ata bak.

2 Eylül 2010 Perşembe

Prof. Dr. Vehbi Göksel

Bugün nedense bu hikayeyle uyandım.
Sene 2010. Bu sene yani. Tayfur yine eve bir başka yürek çarpıntısı yaratsca hadiseyle geldi. Bu seferki söyle; telefonum çaldı. "Ben kaşımı yardım." "Nasıl yani, neredesin?"... Spora gitmişti bizimkisi, Bilgi'ye. Gözlükleriyle basketbol oynamaya kalkınca, biri de topu suratının tam ortasına fırlatınca gözlük, gözünü yarmış. Okulun oralarda hiç bir polikilinik açık olmayınca Cihangir'e gelmiş. Kanlar içinde, göz açılmaz. İyi hoş. İlk aklıma gelen Taksim İlkyardım oldu. Gittik. Emre, Tayfur, ben. Emre'yi içeri bile almıyorlar zaten. Bir hasta için bir kişi yeterli. Alt tarafı gözü yarılmış zaten. Mühim değil ya, kimse bizimle ilgilenmiyor. Bir doktor geliyor, "Siz bekleyin" deyip, diğeri gidiyor. Sinirden kudursam da birşey diemiyorsunuz, o an muhtacım ya. Köprü misali... Neyse sonunda bizi, bir kata ve bir odaya gönderdiler. Oda kilitli, kapıyı yarım saat çalınca içeriden bir doktor esneye esneye çıktı. Hay Allah adamcağızı da rahatsız ettik. Biz onu uykusundan edelim, o bizimle ilgilensin. Böyle insanlar da mı kaldı canım? Dedi, "Dikişi gerek yok, yapıştıracağım." "Peki" dedik. Tayfur dünden razı, "Bak gerek yokmuş." diyor. Bana kalsa kesinlikle 4-5 dikişlik. Yapıştırdı bandı, biz beş dakikada postaladı.

Ertesi gün bir kalktık, gözüan içinde. Başladım internetten hastane araştırmaya. Bir özel hastane bulduk gittik. Plastik ceraha. Beyefendinin gözünde iz kalırsa hayatım boyunca dinlerim, biliyorum. Doktor başladı anlatmaya, "Bu deri ölmüş, artık dikiş atamam. Ama dikiş şartmış be çocuklar." "Pazardı ve biz doktor bulamadık, Taksim İlkyardım'a gittik." cevaplayan ben çünkü Tayfur sinir küpü. Dokor sakin, "Altı ay sonra ben küçük bir operasyonla hallederim" diyor ve işleri bitmesine yakın ben duvarında asılı sertifikalarına, diplomalarına bakıyorum.

-Aaa Ege meunusunuz?

-Benim annem ve teyzem de oradan mezun.

-Öyle mi ne hoş. (Onlar da doktor demedim ya, pek ilgisini çekmedi.)

-Vehbi Göksel'i tanır mısınız?

-Evet, en sevdiğim hocamdı. Sen nerden biliyorsun? (Bir coşkuyla konuşuyor artık.)

-Benim dedem.

-Öyle mi? Ne severdik Vehbi Hoca'yı. En çok onu severdim ben. Nasıl bilgili, nasıl kültürlü... Ben ondan öğrendim bu mesleği. (Ver coşkuyu...)

Doktorun da benim de gözler dolmaz mı? Başladım ben ağlamaya, dudaklarımda tebessüm... Bol bol konuştuk O'nu. Sonra teyzemi. Sınıf arkadaş mı neylermiş. Annemi bilmez. Ama labratuvarı biliyor, "Alsancak meydandaydı" diyor. "Dedemden sonra kapattık."

(Gün 31 Mayıs, sene 1992. Tam gününde söylemediler bana, 2-3 gün gecikmeli. Ne ağladım. Saatlerce, günlerce. Nasıl etkilendim. Çocukluğumun ilk kaybı. Ömrümün ilk kaybı. Geçmedi hiç acısı. Alıştım tabi. Ama hala özlerim anneannem, dedem başbaşa geçirdiğimiz Çeşmealtı haftasonlarını. Annemler Çeşme'ye, ben dedemlerle Çeşmealtı'na. Nasıl güzel bir evdi. Ne kadar büyük bir bahçesi vardı. Dedemden sonra ilgilenemedik.)

Doktor bana kartını verdi. "Ne iş yapıyorsun" diye sordu, 'reji asistanlığı' diyince beğenmedi. "Sen beni ara" dedi. "Seni sağlık sektörüne alalım. Vehbi Hoca'm öyle bir beyindi ki, onun torunuyla çalışmak bir şeref."

Dışarı çıkıp, sekretere ödeme yapmak istedik. Borcumuzu öğrenmek için doktorun yanına girdi. "Borcunuz yok" cevabıyla geri geldi.

Ahh be dedem seneler geçti. Tam 17 yıl. Yine işimizi hallediyorsun, yine sevgiyle andırıyorsn kendini. Efsane prof. iş başında!!

29 Ağustos 2010 Pazar

eskiden ramazan


ramazan çok geçmişi hatırlatır bana. en sıcak, en manalı yaşadığım dönemleri. bu 30 günle ilgili tabi ki... o zamanlar annem de babam da oruç tutardı. ben okuldan gelirdim. kardişkom da. hava kararmış ama daha akşamüstü aslında. kış, soğuk. ve kapıdan sıcacık simit girerdi. annem işten gelmiş, yemek hazırlıyor. babam salonda televizyonun karşısında, elinde gazete. ne özenirdim annemlere. bütün birgün ağızlarından lokma geçmemiş ve ite zamanı gelmiş. top patlar, televizyonda izmir için iftar saati yazar ve herkes mutfakta toplanır. yemekten sonra her gece çay demlenir. nasıl da severim o sefaları. yanında tatlı kurabiyeler, ya da annemin emre için yaptığı mozaik pastası. sonra da meyve soyulur. işin o kısmını pek sevmem çünkü dolaptan meyveyi alıp, yıkaması bana kalır. derin bir kaba bir sürü elma, armut, portakal, mandalin, kivi doldurup, ha bir de muz, bir bıçakla anneme götürürüm. o da kesip, kesip bizlere dağıtır, arada da kendi ağzına atar. tam o sıralarda kapı çalardı, razaman davulcuları iş başında. sabaha karşı kapıyı açan az olduğu için toplarlardı geceden paraları.
ben en çok evin oturma odasını severdim. salon ne kadar deniz görse de ufacık, arada kalmış oturma odamız daha sevimli gelirdi. sıkışık oturduğumuz mutfak masaları da öyle. evde beş kişiysek mutlaka mutfakta yemeliydik. altı, yedi olursak tamam, o zaman salona geçmeyi kabul ederdim. en çok da akşam kurulan kahvaltı sofralarını özlerim. oruç tutarlardı ya, pazar kahvaltısı gibi gece gece sofra kurulurdu. sucuğu, yumurtası, peyniri, reçeli, böreği... neler neler. hala akşamları yemekten çok kahvaltı etmeyi tercih ederim. ama yapamıyorum tabi. şimdi oruç tutan da kalmadı. ramazanlar bir boynu bükük geçiyor. eskisi kadar büyüğümü de aramıyorum “hayırlı ramazanlar” diye. marifetmiş gibi bir de anlatıyorum ya.
severdim ben eski ramazanları...