23 Aralık 2011 Cuma

2012


2010'un blog oluşturma gazından sonra "2011'de yazarım, çizerim, yaparım!" diyordum ki; olmadı :( insanın iki satır karalamaya vakti olmaz mı? evte olmadı işte. ya çalıştım, ya gezdim. gezdiklerimi yazamadım, çalışmaktan. falan filan. 2012 için verebileceğim bir söz yok. tutamayabiliyorum. sadece temennilerim var. güzel gelsin!

şuç 2011'de değil, yaşta!

bu sene ne kadar zordu!
o kadar çok sevdiğim benden uzaklara gittiler ki...
geçen Pazar eniştemin cenazesindeydim. "şükür ki 2011 bitiyor, bu iğrenç yıl benden çok kişi aldı götürdü" dedim. "biran önce 2012 gelsin!" kendi kendime mırıldandığım bu cümleleri duyan Serpil teyzem, "tatlım sorun 2011'de değil. bugünleirn kıymetini bil. yaşın ilerledikçe 2011'e sükredeceksin." dedi. haklı. maalesef öyle.
çok zor geliyor böyle düşünmek. hele en en yakınımdan birini düşünemiyorum bile. kendimi? daha hazır değilim gibi. tabi öyle birşey varsa... hazır olmak. ölüme. işte anneannem hasta yatağındaydı. bir düzeldi, bir kötüleşti, ardından çok kötüleşti. "hazırlıklı olun" dediler. "nasıl oluyormuş ki o?" dedim. sadece gülümsediler. verilecek bir cevap yok çünkü.
ya cihan? hiç beklemiyordum. daha gencecik. o beni yüzleştirdi bu gerçekle zaten. hani her zaman deriz ya "her an diyer tarafı boylayabiliriz" diye. yok, hiç öyle yaşamazdım. taa ki cihan'a kadar. ilk defa beni o yüzleştirdi.
ufuk amca. anneme daha da zor. ve babama. onların arkadaşı sonuçta. ama ben o noktada damla'yı düşünüyorum. sonra da benal teyzeyi. bence damla'dan daha zor işi. her gece sarılarak uyuduğun adam yok artık. kabüs gibi bir düşünce.
irem'in dedesi. dede acısını iyi bilirim. yürekten.
hiç yeri değil ama bir de "ben cenaze görmeyi kaldıramam. şimdi arayıp, ne diyeceğimi bilmiyorum, o yüzden aramayı erteleyim. ayy başı çok kalabalıktır şu günlerde, biraz boşalsın öyle giderim." diyenler var. işte ateş düştüğü yeri yakar. ve yaşamayan bilemez. bilemez o günlerde birilerinin kucağına ne kadar ihtiyacı olduğunu karşındakinin. bilemez o telefonla konuşmak ne kadar zor gelse de acısı olana, o telefonların destek olduğunu çok derinlerde. bir sevdiğini kaybettiğinde, "ne çok sevenim varmış" hissine ne kadar ihtiyacı olduğunu adamın yaşanmadan bilinmez.
siz yine de nasıl biliyorsanız doğrusu o.

21 Eylül 2011 Çarşamba

sokak simiti: en sevdiğim!

bizim şu kanka arabada simit satan amcalar var ya, hani her sabah bizi tanıyor "günaydın abla" deyip, çıtır çıtır aralarından en güzel gözükeb simiti uzatan amcalar.
haberiniz olsun: onlar yavaş yavaş gidiyor.
mesela maslak'ta karafırın janjanlı bir simit arabası yapmış, logosunu da yapıştırıvermiş, simitini satıyor.
satıyor diyorum çünkü memlekette salak bol, gidiyor oradan alıyor. hey allah'ım ya. sonra gel de sinirlenme.
bir sokaktaki simitçiye el atmadığınız kalmıştı.

biz ne zaman bu kadar duyarsızlaştık?

dün gece gözlerim dolarak dinledim kardeşimi.
artık insanları yoruan, üzen hikayeler duydukça kendime engel olamıyorum. çeşme misali bu gözler. nasıl başa çıkacağım kendimle çözemedim.
kendime karşı daha güçlü olduğumu söyleyebilirim ama müdahale edemediğim bir çıkmaza karşı öfkem ve acım çok büyük!
eskiden de yürekten üzülürdüm ama böyle değildim. büyümek zordakinin halinden daha içten anlamak demek sanırım... yıllar içimdeki merhamet duygusunu arttırıyor mu ne?

bunca dokunaklı satırdan sonra birisinin öldüğünü sanmış olabilirsiniz. aman allah korusun! öyle birşey değil.
emre dün metroya binerken jeton almaya gidiyor, bir bakıyor ki 2tl olmuş. "ne kadar pahalanmış" diye düşünüyor, "askeri ücretle kıyaslayınca, insanlar yola bir servet ödüyor." üzerine metroda yanına yaşlı bir amca ve teyze oturuyorlar. onlar da tam da aralarında bu konuyu konuşuyorlar. "bizim bir yerden bir yere gitmemiz, mutfak masrafımızdan daha çok kısmamız demek. mecbur da kalıyoruz metro, otobüs..." karşılıklı sohbetteler. emre de "şu yaşta o kadar merdiven in, çık dünya parası ver" diye düşünürken, yandan bir kadın "sabah sabah başımızı şişirdiniz, ne çok konuştunuz" diyor. belliki kendisinin de geliri metrolarda sürünmeye yetecek kadar anca. ama belli ki bir gidişin 2tl olması koyacak kadar da fakir değil. olsa muhtemelen "haklısınız" derdi, böyle saçma bir çemkirmenin yerine.

ben bu geri zekalı kadın da değil de, o çiftte kaldım. böyle durumlarda aklıma hep isveç geliyor. stokholm'ün adeta yaşlılar için inşaa edilmiş görünümü... medeniyetin başladığı yerdeki gibi kaldırımların neredeyse yolla aynı yükseklikte olması, belediye otobüslerinin kapılarının kaldırımla bir olacak hizaya kadar alçalması vs. biz de maddi-manevi zorluk çeken bir çifte yardım etmek yerine, kaba davranalım. (tamam, azıcık o terbiyesiz kadında da kalmış olabilirim.)

"bilemiyorum bu memleketin hali ne olacak?" hiç demiyorum; bu memleket ne çilingir sofraları gördü de hala kurtulamadı.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

off cihan off!


içimde tarifi olmayan bir acı, duyduklarıma inat kabullenmeme isteği...
biri şaka yaptığını söylese, o buse'den gelen telefon hiç çalmamış olsa...
nasıl zamansız bazen hayat?

bu sene o kadar kötü haber aldım ki. lanetli gibi. bu kadarını kaldıramıyorum gibi.
ama senin haberin başka.
çok başka bir duygu.

seni tanımayanlara anlatırken hep "benim sevenim de boldur, sevmeyenim de; ama cihan'ın sevmeyeni yoktur" diyorum.
"insanlar egolarını oyuncak yapmışken hayatında, cihan'ın hiç işi olmaz, o kadar iyi niyetlidir ki, herkese karşı o kadar iyidir ki tanımadan anlayamazsınız" diyorum.

o kadar garip bir şekilde ölümle yüzleştirdin ki, o kadar hayatın içinden birşey olduğunu kavrattın ki... yani "inanamıyorum" yetersiz bir kelime. olmamalıydı.

selen'le konuştuk geçenlerde. "hatırlıyor musun? cihan, hep 'ben erken öleceğim. kalbim dayanmayacak, bakın-görün" derdi, "hatırlıyor musun?" dedi. yok, hatırlamıyorum.
belki de o kadar umursamıyormuşum ki, dinlememişim bile bu cümleyi. üzerinden bir haftadan fazla geçti. artık biliyorum geri dönüşün yok. kabullenmek değil de, mecburen
katlanıyorum bu düşünceye. nefes alamayacak bir duyguyla katlanıyorum. yüreğimde bir ayı oturuyormuş gibi. itiyorum, itiyorum gitmiyor.

her gece dua ediyorum senin için. dedem, yılmaz dedem, anneannem ve sen. hepiniz canımsınız ama sen isimlerden de anladığın gibi yanlarına yakışmıyorsun. o çok yakışıklı çıktığın fotoğrafın masamda asılı duruyor ve ben bu gençliğine inanamıyorum. başımıza gelenleri kanıksıyamıyorum.

sabahlara kadar az çalışmadık. az çalışır gibi yapıp, dedikodu yapmadık. benden, daha çok senden az konuşmadık.
annenin yanında rahat ol canım arkadaşım. huzurlu olman için hergün dua ediyor olacağım.

29 Temmuz 2011 Cuma

bugün sue'cuğun doğumgünü: 6 temmuz

ne kadar zeki bir kız olduğunu ve iki yaşına basma hakkına eriştiğini anlayabilmeniz için size bir kaç hikayesinden bahsedeceğim;
(onu nasıl özledim bilemezsiniz ama yazlığında, bahçesinde, hergün denizinde mutlu olduğu için birşey söylemiyorum.)
anlatacağım hikayelerde, isimler ve zamanlar yanlış olabilir ama yaşanılanlar gerçek, önemli olan da bu değil mi ama?

birgün eve bir usta gelmişti. adı 'ahmet.' elinde çekiç, duvara birşeyler çakıyor. babam da o sırada hüseyin ağabey'e "ahmet usta ne yapıyor?" diye bir soru yöneltiyor. bunu duyan bizim cimcime kız çocuğu fırladığı gibi ahmet usta'nın yanına gidiyor ve çekici kapıp getiriyor. eh be mübarek, eve beş dakika önce giren ahmet usta'nın kim olduğunu nasıl öğrendin ve babamın sorusunu nasıl anladın? yoksa sen ailenin bir ferdi misin? kesinlikle!


anneannem vefat ettiği gün sue, hüseyin ağabey'le yoncaköy'deydi. biz izmir'de anneannemde. hüseyin abi, sue'ya "anneanneni kaybettik kızım" demiş. "sanki dediğimi anladı" diye anlatmaya devam ediyor, "gözümün içine baktı ve bütün gün oyun isteyen, yerinde duramayan kız, gitti şöminenin önüne, bir daha da kalkmadı" diyor. (anneannemi çok severdi.) özellikle anane yerinden kalkım, mutfağa/tuvalete gittiğinde mutlaka yerini kapardı :) çünkü ananem olduğunda o, ailenin 5. değil 6. ferdi oluyordu ve bundan hiç hoşlanmıyordu aslına bakarsanız :)

ondan ne istersek getirir. kemik deriz, kemik gelir. topsa, top. oyuncaksa oyuncak, ipse ip. hiç şaşırmaz. ama biraz şımarık. bizim söylediklerimizi yapmaktansa, kendi isteklerini yaptırmayı tercih ediyor kerata kız.

mesela, teyzemlere gidip, ayaz'ın evde olmadığını fark edince çıldırıyor. nasıl annem, teyzemle sohbet edecekse, o da ayaz'la oynamaya gidiyor oraya. ne cüret ayaz evde olmaz! gerçi ayaz da babamı görünce, arkasında sue var mı diye bakınmıyor değil. abi-kardeş ilişkilerini hiç bozmadılar. çok farkındalar durumu.

ve daha niceleri.

canım kardeşim benim. sue'dan önce de hayvanları çok severdim ama aileden biri olabileceklerine inanmazdım ve biliyorum ki, köpeği/kedisi olmayan kişiler ne demek istediğimi anlayamaz.

incir reçeli'nden çıkan engin bayrak


geçenlerde bir arkadaşım "incir reçeli'ni izlemelisin" dedi. hiç geçiktirmeden akşamına izlemiştim. film mi? fena değil. sabun köpüğü ama sıkıcı değil. benim esas olarak bu filmle ilgili kesinlikle tavsiye ettiğim şey/isim: engin bayrak.

nasıl müzikler yapmış adam öyle ya? insanın tüylerini diken diken ediyor. onun notalarıyla ya gözün dalıp, gidiyor bir yerlere, kendi içinde çok özellere; ya da kolundan sıkıca tutup, sarsmaya başlıyor seni. "uyan, daldığın yerlerden çık, git, ayağa kalk artık" diyor. sorgusuz, suhalsizce seni kendinle baş başa bırakıyor.

bıkmadan, yılmadan tekrar dinliyorsun. her seferinde hoparlörün sesini biraz daha çok açarak.

dinleyin ve bana teşekkür edin diyebilirim.

not: umarım birgün onunla çalışma fırsatım olur çünkü çok saygı duydum kendisine.

27 Haziran 2011 Pazartesi

FM'si olan kadın: "SÜPER KADIN"

"süper kadın"san fibromiyalji (FM) hastalına yakalanman çok olası!
dı-dı-dı-dııııım.
ben büyük ihtimalle FM hastasıyım. bunu dün annemle, teyzem kendi aralarında konuşurlarken fark etmişler. annem hemen gir, inernetten araştır dedi. araştırdım, sitesindeki testi, evimde oturduğum yerden yaptım ve "muhtemel fibromiyalji" çıktı.
siz de deneyebilirsiniz, bkz. http://www.fibromiyalji.info/

gelelim bu işin başlangıcına: birkaç aydır sürekli omuz-sırt (sitesinde noktaları görebilirsiniz) ağrıları çekiyorum. aynı kasın uzandığı, sinirler sayesinde de başımda da şidetli ağrılar yaşıyordum. sonunda birgün çok kötü tutuldum, kafamı çeviremez oldum. anneme de sürekli, "başımda ağrıyor, ciddi birşey olmasın?" diye soruyordum. annem böyle durumlarda hiç "doktora gidelim, röntgen/mr çektirelim" falan demez. hatta genellikle verdiği cevap, "gençliğimde bana da olurdu :) " artık bu cevap emre ve benim karnıma ağrılar sokacak kadar gülmemize sebep oluyor çünkü neredeyse sue'nun başına gelenler bile annemin başına gelmiş. yeter ki evham yapıp, bir kontrole gitmeyelim. ne gerek var. -laf aramızda sülale doktor, hala doktor görmek istemiyor kadın. maalesef şöyle bir durum oluyor; bir doktor bir tanı koyarken ve sen tedaviye başlamışken; bir diğeri ne alakası var canım, bırak o ilaçları diyebiliyor. neyse ki, biz ailedeki hekimlere güvenip, diğerlerine gitmiyoruz bile. hala hayattayız.- anneme de her ağrımdan bahsettiğimde, "eh, yer etti artık. masaj yapınca geçiyor, demek ki kas ağrısı. mühim değil yani." diğerek geçiştiriyordu beni hep. dün aradı, "'evreka, evreka!' olabilir" dedi ve olası hastalığımı söyledi. hemen sitesine girdim baktım.


kimlerde görülür: en çok kadınlarda. (erkekler rahatlar ya, bir stresi biz yapalım -bok var-.) çalışan kadınlarda. hassas kadınlarda. (ahanda ben) mükemmelliyetçi kadınlarda. (annem telefonda ilave ediyor, "ehh sende de vardır hani mükemmelliyetçilik") daha kimlerde görülür, direkt sayfasından copy-paste yapıyorum çünkü tam da beni anlatıyor: "biz FM'si olan kadınlar için "SÜPER KADIN" benzetmesi yapsak yanlış olmaz. Bu hastaların çevresindeki insanlardan birçok beklentisi vardır. Herşey zamanında ve doğru düzgün yapılmalıdır. Bu kişiler bir o kadar da vericidir. Yakın çevresi de onlardan daimi olarak bazı beklentiler içersindedir."

hastalık kısaca şöyle özetlenebilir: "İnatçı adale ağrıları,yorgunluk ve vücutta bazı hassas ağrılı noktalarla karakterize bir hastalıktır."

problemi şu: "FM eklemlerde hareket kısıtlılığına yol açan bir hastalık değildir. Fakat hastanın yaşam kalitesini ciddi derecede bozan kronik bir hastalıktır."

şöyle bir test öneriyorlar. tabi benim gibi oturduğun yerden değil de, doktor kontrolünde yaparsanız kesin sonuca ulaşırsınız. http://www.fibromiyalji.info/fibromiyalji_risk_testi-1/ benim ki 80 üstü çıktı. kesin değil ama muhtemel işte.

çözüm yöntemleriyse süper! (beni ilgilendiren kısmını yazıyorum. gerisine sitesinden bakıverin artık.) ehemmiyet sırasına göre yazsaydım tabi ki 1. sırada masaj olurdu o yüzden gelişi güzel sıralıyıverdiğimi tahmin etmiş olmanız gerekir.
1- plates
2- en az 21 gün kaplıca tedavisi (gönen'de havuz keyfi süper olabilir.)
3- güneşlenme ve deniz tedavisi. yüzmek iyi gelecektir ama soğuk suda değil. ılık olmalı bence. antalya'ya yakın yerler iyidir.
4- masaj (hergün olabilir. kesinlikle hayır denemez bir teknik gibi duruyor.)
5- ortapedik yastık. (bende var zaten ama hiçbir faydasını görmedim mi ben mi fark etmedim bilemiyorum artık. bir de yastığım olmaza vay halime olacaktı belki de.)
6- sıcak taş tedavisi derler. (güzel valla. yine yatış sonuç olarak. :) )
7- mutluluk terapisi: tatil, hediye almak-vermek, alışverişe çıkmak, evden kendini sışarı atmak, az çalışmak. (tamamıyla okeyim. ben varım yani! bu maddeyi de masaj kadar sevdim. özellikle tatil bölümünü.)

ya işte böyle. sıklıkla çektiğim, boyun-baş ağrılarının sebebi süper kadın olmamdan kaynaklanıyormuş. istifa ediyorum bu durumdan. bakalım ne zaman geçecek?
bu arada yaşayanlar için söylüyorum. sıcak tutunuz. ağrı kesici-kas gevşetici bana iyi geliyor ama bizde doktora gidilmez (max teyze, amca aranır. kimin ilgi alanıysa o. yenge, kuzen vs. de aranıyor yani. doktor aramadığın kadar bol olunda ailede...) ama siz doktor kontrolünde yapınız.

saygılar.

ACI günlüklerinden

üniversitedeyken, eğlenceli-hüzünlü feature story'ler yazardık.
yazdıklarımdan bir tanesi izmir amerkan koleji'yle ilgiliydi. keyifle yaptığım hikayelerden biridir. bir sürü araştırma, org. çetin doğan röportajı (!) vb bir sürü yazım, bir gece densiz (!) bir hırsızın evime girip, laptop'umu karga tulumba götürmesiyle beraber mazide kaldılar. hırsıza kızıyorum tabi de, her olayda insan bir de dönüp, kendine bakmalıymış ya: ehh aynayı karşıma alınca kendime sinirlenmeden de edemiyorum doğrusu. e be salak, diyorum; niye yedeklemezsin.
her neyse canım anılar bende değilim mi nihayetinde... sayfalarca yazdığım kadar uzun bir hikaye anlayamayacağım veya isim isim eski acı öğrencilerinden/kızlarından veya hocalarından bahsedemeyeceğim ama genel olarak aklımda kalanlar şöyle:

efendime söyleyim; o zamanlar, ne zamanlar? işte annem-teyzelerim-onların arkadaşlarının amerikan'da okuduğu zamanlar; okul kızları üniversiteye değil de iyi bir ev hanımı olmaya hazırlarmış. aynı zamanda, kocasını taşıyabilecek bir eş... hatta annemin en sevdiği ders; 'yemek' dersiymiş. küçük küçük cookie'ler yaparlarmış. eh bende okula gidip, mutfağa girsem, hamurla oynasam, şekil verdiğim kurabiyelerin üzerlerini çukularla/kremalarla süslesem eğlenirdim tabi. okul saatini iple çekerdim hatta.
aslında konumuz amerikan koleji dersleri değil ama bir başka dersten daha bahsetmek istiyorum. bunların ev ekonomisi diye bir dersleri varmış. kızlar gruplara ayrılır bu dersi grup halinde verirlermiş. şöyleki okulun bahçesinde olan okulda bir hafta süreyle mi ne, -abartmayayım ama hatıralar beynimde öyle canlanıyor. hatıralar dediysem kızlarla, bir hafta okulun bahesindeki evde kaldığım hatıralar değil, annem ve arkadaşlarıyla yaptığım röportaj hatıraları- okulun bahçesindeki evde kalırlarmış. bunlara hocaları belli miktarda bir para verirmiş ve amaç: o parayla, bilmem kaç gün geçinebilmeyi sağlamakmış. eh evde yeri geliyor yemek de yapıyorsun, yeri gelince ütü de sende. bildiğin evini ve evinin ekonomisini yönetiyorsun. anlayacağınız 'yuvayı dişi kuşun yapması' misali. evliliğe hazırlık...
(bizim kızlar evliliği umarsarlar mı tabi, hepsi üniversite peşinde.)
açıkcası bence keyifli. hatta şimdi öyle bir sistem olsa, direkt gidiveririm. :) eğlenceye gel babında. (hani dersler de kolay değilmiş, onu da açıklayayım; yanlış anlaşılmasın.)

asıl beni ilgilendiren konuya gelince: bu okul kızları evliliğe hazırlıyor ya; her daim hocaların, kızlara verilecek öğütleri olurmuş. efsane bir müdürleri varmış o dönem, amerikalı (nasıl tembelim arayıp, annemi adını sormuyorum kadının). tenefüste öğrencilerini kıstırdığı vakit, anlatmaya başlarmış kadın-erkek ilişkisi kurallarını. günümüzde evlilikler zor yürüyor ya -burası çok derin bir konu tabiki. uzun uzun başka bir yazının konusu. hatta bazı ilişkiler de iyiki bitiyor da dedirtiyor yaşanılanlar- ama yapabileceklere izmir amerikan müdüresinden 3 tavsiye; (ömür boyu garanti beraberlik vaadinde de bulunduğunu söylemek isterim)

1- eskiden cep telefonları yokmuş tabi, o yüzden kadıncağız dermiş ki; "aman kızlar, sakın ha kocalarınızın ceplerini (pantolon/ceket cebi) karıştırmayın çünkü ola ki birşey yakalarsanız (bir kadının mektubu/telefonu) ya o ilişkiyi bile bile/acı çeke çeke devam ettirmek zorunda kalırsınız. ya da yuvanızı yıkarsınız.
*görmedim-duymadım-bilmiyorum yap diyor yani. benlik mi hiç sanmam. ehh ben ayrılığa 1. maddeyi uygulayabilen bir kadından daha yakınım demektir.

2- çocuklarını herzaman herkesten daha çok seversin. ama bunu kocan bilmek zorunda değildir. bırak hep, en çok onu sevdiğini sansın. onu kimsenin önüne geçirme. onları ihmal etme. hep ilk sırada geldiklerini hissettir.
*bunu yapmak çok da zor gibi gözükmedi gözüme. erkek inanmaya meyilli/kadın zeki olduktan sonra (ki genellemeye vurursak bu doğru bir kanı) çocuk oyuncağı. kalbinin derinliklerini sen nasıl istersen öyle göster, değil mi ama!

ve son kural 3- kocana karşı hangi konuda olursa olsun bir adım geride dur. tavla mı oynuyorsun 3 oyun oyna, yenebilecek durumda olsan da 2'sinde yenil. yeniliver gitsin. bırak o seni yendiğini sansın. ne olacak ki! en çok da para konusunda. iş-başarı. onun önüne geçtiğin günden itibaren dengeler değişecek ve evlilik çatırdamaya başlayacaktır.
*valla kusura bakmasın okul müdüresi, adamdan daha iyi zar atıyorsam ben ne yapabilirim?

işte böyle. izmir amerikan koleji kadınları... onlar en başka izmir'li kadınlar. hangi erkek onlara 'hayır' diyebilir ki, hangi kadın 'evini yönetemez.' izmir'li annelere, bir de amerikan koleji 'evlilik dersi' verildiyse... siz sanın kocalar mükemmel ama iyi baktığınızda göreceksiniz ki kadınlar kahraman.

not: uygulayıp, uygulamamak elinizde. dediğim gibi (zamane kızı) ben yapamam işte!

13 Mayıs 2011 Cuma

üniversite okumak

annem ve babamla emre'nin üniversite mevzusunu konuştuk.
farklı jenerasyon, farklı bakış açıları doğurur mu? cevap veriyorum: evet!
okumasa ne olurdu şu IT'yi? bence hiçbir şey! aaa olur mu hiç öyle şey;

evlenemezdi bile.
üniversite okumamış bir türkiye şampiyonuna kız verilir mi?
hayır.

peki, üniversite okumamış ama kendi adına türkiye'nin en iyi satraç okuluna sahip birine saygı duyulur mu?
belki.

bir topluluğa girdiğinde, 'hangi üniversiteden mezunsunuz?' denildiğinde, 'satranç okudum ben' denilir mi?
türkiye'desiniz, hayır.

hıııımmm. ben burada bir yanlışlık hissettim ama... ehh normal, günlük hayatımızda iki kelimemizden birisi 'burası türkiye' olunca; hodri meydan: burası türkiye!


not: üniversite mezunlarının çoğu, çizimdeki gibi kıçlarının üzerlerine oturuyorlar. niye mi? eee, burası türkiye.

30

geçen gece şu meşhur 30'du.
güzel bir yemeğin ardından pina'ya gittik.
yazık, tayfur benim için katlandı gibi birşey oldu. sevdi ama uzun buldu. halbuki bana yetmedi.
daha dans etseler saatlerce izleyebilirdim.
bir de 3d olunca. sanki sahne önümde.
çok sevdim.
hem koreografiler, hem dansçılar, hem dil-anlatım...
mutlaka gidilmeli, görülmeli. ama 3d.
mekanlar insana orada olma isteği, müziklerse dansa katılma arzusu veriyordu. hemen soundtrack'ine ulaşmalı!
gözlüğün burnumu acıtması, elim gözlükle burnum arasında izlemem dışında çok keyifli bir gösteri izlemişim gibi hissettim kendimi; sinema değil!

kaybedenler klubü


'geçenlerde izledim' dediğime bakmayın, 2 ay olmuş mudur? olmuş olabilir :)
bayıldım.
biraz çekinerek gitmiştim aslına bakarsanız. bu kadar sevip, ayrılacağımı hiç ummuyordum.
yine bizim tayfur'un işi. illa türk filmlerine gider, izler, arkasından sürükler.
iyi ki de gitmişiz ama anna, kız.
zaten nejat işler adını geçen her yerde annem. bir başka takip...
hele cihangir'de yaşarken biz, hergün bir karşılaşma, hergün ayrı bir hikaye. "bugün şurada gördüm, bugün şu masada karşımda oturuyordu." falan

neyse, herkes mi iyi oynar? oyunculuklar çok iyi.
konu süper. zaten gerçek.
insanın aşık olası ve midesi bulanası geliyor bu erkeklere karşı.

geç kalmış olabilirim, bir çoğunuz izlemiş olabilirsiniz ama izlemediyseniz izleyiniz!
haaa bu arada 'sizinle daha önce yatmış mıydık?'

12 haziran nedir?

haziran'da bir arkadaşım evleniyor.
ortak bir arkadaşımızla bir araya geldik. 'düğün ayın kaçıydı ya?' diye sordum. '12si' dedi. 'eee ben gelemem o zaman, oy kullanacağım.' dedim. (düğün istanbul'da değil de) hatta kızdım da, 'o gün evlenilir mi canım...' diye. yanımdaki arkadaşım, 'iyi de o gün seçim yok ki' dedi. şaşırdım cidden. bu kadar 12 rakamı hayatımıza bir ömürdür kazınmışken. 'ne gün?' dedim. 'işte bir hafta önce, 6'sı mı ne' dedi. ne yalan söyleyeyim, kendinden o kadar emin ki, inandım birden. 'ne zaman değişti ya?' dedim hayretle. cevap vermeyince, üsteledim, 'sen yalış biliyorsun, 12'si' dedim. yok diyor, başka birşey demiyor. sonra imkansız olduğuna kanaat getirip, google sağolsun, googling yapıverdim. hala 12'si.
ayyy ağlanacak halimiz ama ne yapalım, artık ben gülüyorum. lütfen kızmayın. sinirlerim kalkıyor. daha seçim tarihini bilmiyoruz. (biz derken?)2. cumhuriyetciyiz deyip, 'evet' diyoruz. (biz derken?) bilemle bilmemle...
sonra sonuçları görüyoruz. çok normal.
haaa 12 haziran kimilerine göre ne midir? düğün tarihi!
bu arada sonrasında araştırdım ki; evlenenler bunu düşünmüşler, 12'sinde değil de 18'inde evleniyorlarmış.
yazarken utandım. ama anlatmadan duramayacaktım. burası istanbul yerine burası türkiye...

çalışmak-çalışmak-çalışmak

uzun zamandır yazamadığımdan, yazacak bir vaktim olmadığı kadar yoğun çalıştığımı farketmişsinizdir.
bazen, alıp başımı gidesim gelmiyor değil.
ama etrafıma bakınca, kimsenin benden farksız olmadığını görmekte bir gayret veriyor sanki. bu düşünce tabi ki çok ayıp. bir yandan da 'tek' olsam, derdim ki "bir sen şikayetçisin, demek sorun sende." ama hal böyle değil işte.
neyse ki, yaptığım işi seviyorum. bu da ciddi bir teselli kaynağı.
neyse ki, insanların genellikle 'en çok özlediğim' dediği yılları, üniversite hayatımı sevmediğim bir bölümü okuyarak çöpe atmadım. şu saçma öss, şimdiki adıyla her ne ise sisteminin kurbanı olmadım.
o yüzden şikayet edecek dünya kadar şey var. şükredecek bir çok sebep de.
şuan bir sahil kasabasına taşınıp, bir incik-boncuk dükkünı işletip, her sabah kuş sesleriyle güne başlayıp, mis gibi havayı içime çekemeyeceğime göre fazla konuşmak anlamsız.
tayfur'a kalsa daha en az 50 sene istanbul'dayız. ölme eşeğim, ölme. yaşa ki, eşek olduğunu kanıtlayacak bir sürü olaya şahit ol.
çok şükür! çok!

blog'a
seni ne çok yalnız bıraktım. özledim de... ayıpta ettim ama olmadı, alamadım klavyeyi bir elime. vakit ayıramadım bize. işte çalışmak böyle birşey. hele bizim sektörde... hele istanbul'da!
orgun olmadığım zamanlarda böyle melankoli takılmıyorum tabi ki; nişantaşı gecelerine, asmalı sokaklarına atınca kendimi buraya ait hissedebiliyorum.


not: fotoğraftaki ders çalışan minicik kız çocuğunun, gelecekteki hali benim. o da benim şimdiki halimin ufaklık versiyonu.

17 Şubat 2011 Perşembe

ben bu yaz bembeyaz bir otelde... lalalala...

yarın yollara dökülüyoruz tayfur'la.
haftasonluğuna izmir...
iyi gelecek gibi.
hem biraz dinlenmek, hem istanbul'dan uzaklaşmak.
geçen haftasonu ağva'ya gittik. bir türlü sevemesem de şu ağva'yı iyi geldi işte.
karmaşadan uzak, şömine karşısında keyif yapmak biraz olsun rahatlattı beni.
her fırsatta uzaklaşmalı. sakinliğe doğru yol almalı. tayfur'la.
melis :)

iş dünyası

gecenin bu saattinde sette ışık yapılıyor ve benim de yapacak hiçbir şeyim yokken düşünüyorum. 'biz ne yapıyoruz?' diye. ekip ilk gün sabah 06:00'da set dedi. o gün sabaha karşı 04:00'e kadar çalıştık ve o günden bu yana 4 gün geçti. bugün de saat sabaha karşı 02:00 ve bunun daha en az 5 saati var. normal bir durum mu? sanırım manyaklık.
ama kimse de değil, asıl anormallik bende.
normal olmayan bir işten çıktım, en az eskisi kadar anormal bir sektöre girdim. burdan bir anlam çıkarmaya çalışmak istemiyorum. alacağım cevap, kendimi pek memnun etmeyebilir gibime geliyor.
daha 13 yaşındaydım. konservatuvara başlamak için geçmem gereken bir sınav da doktor sınavıydı. vücudum baleye uygun mu diye, doktor karar verecekti. hiç unutmam halit bey. halit pınar. seneler sonra ön çapraz bağımı kopardığımda beni ameliyat eden doktorum, 13 yaşındayken bana dönüp, ''bu güzel vücudu bale yaparak harcayacaksın, yazık. bırak bu sevdayı'' demişti. o zamanlar gencim (güzelim) gözüm kara. herşeye gögüs gerebilirim bale için. ilk aşk. aşığım o zamanlar. saftan bir çocuk düşünün işte beni. babam, annem sonsuz destek ama ilk başta tüm zorlukları sıralıyorlar... hepsine tamamım, yeter ki balerin olabileyim. makarna yok. pilav yok. dondurma yok. var olanlar mı? çocuk yaşta rejim. ya da sağlıklı beslenme. diyet yoğurt ve süt. bunlar bir nebze olur da; sorun sürekli çalışmakta. eşek gibi. hocalar diyorlar ''madencilikten sonra dünyadaki en zor 2. meslekmiş.'' kabulüm. ben mutluyum. (tahta uçlu) pointlerin üzerinde zıplar, o tahtalar parmak derilerimin içine girer, yarar, kanatır, tekrar giyerken daha da acır; problem değil. heves etmişim bir kere. bileğimi burkarım, ertesi gün derste gözümden yaş gelir hareketi yaparken, daha da şişer. lifim kopar, aman allah'ım ne acıdır. olsun. daha bitmedi. belim esnek değil. yüz üstü yatırırlar, baldırlarıma biri oturur, kollarımı arkaya uzatırım, 1-2-3 bir çeker, başım popoma değer. nefesim kesilir, belim kopar ama ne acı. ertesi gün tekrar yaptırırım. sırtımı dayayıp duvara, yere otururum. bir bacağımı biri, diğerini bir başkası tutar. iki ayrı tarafa ayırırlar, duvara birleştirirler. gözümden yaşlar gelir, 'sakın bırakmayın' diye bağırırım. biraz kalsın ki, alışsın kaslar. ertesi gün aynı terane, bir farkla pat lif atıverir, anında davul gibi bir çıkıntı kasığında. bacağını bile kapayamazsın. yürüyemezsin. en sevdiğin spor kayak mı? aman ha! yüzme. olmaz. ters kaslar çalışır. yazın bisikletle gidiyorsan her yere, artık yürümeli. o bisiklet üst bacağı bir şişirir ki, o da hiç istemedğimiz birşey. hiç bayılmadım, rejim yapıp. ama bayılanını çok gördüm. çünkü konservatuvarlar tehtit diyarıdır. sana süre verirler. zayıflayamadın mı? yallah. ''ee buna denk okul yok'' dersin. olsun, lise son musun? git başla orta birden. kilo alırken hocalarına mı sordun. kanter içinde provalar yap ama bir salatalıkla dur bütün birgün. sonra kendini bilmezlik tasla, bayıl. işi gücü yok okulun seni hastaneye kaldırsın. gözünü aç hastanede bin bir türlü laf işit. o değil de, ben birgün ön çapraz bağımı kopardım. nasıl canım acıyor, yerde kıvranıyorum. ders veren hocam ''bırak nazlanmayı da, kalk ayağa'' dedi. ''iyi misin?'' diye soran yok. şimdi acı acı gülebiliyorum hiç olmazsa. o zamanlar bu kadar olgun değildim tabi. daha ne hikayeler. kafana sandalye yemediğin mi kalır, hiç yemedim. ama arkamdan ayakkabı fırlatan hoca muhakkak olmuştur. en kötüsü de egolar. bir keresinde bir hocamla çatıştım. kadın (küfür etmemek için) söylemediğini bırakmadı bana. ben de dersi terk ettim ama kapıları vura vura. herkes şaşkın. esin o sene sınıfta aldım çünkü öyle bir kural var. kurula 7 hoca girer sene sonu, sadece biri geçirmezse geçemezsin. kalırsın. onca senen yanar kül olur. hem de ne uğruna. kendilerinin küçücük egoları. canım ya...
neyse şunu diyordum, kapıyı vurdum ama bir patırtı kütürtüyle. o gün insanları ikiye ayırmayı öğrendim işte. kendisine iyi davranılınca, iyi olanlar. ve kendisine kötü davranılınca seni sayanlar. ve daha sonra öğrendim ki 2. şık çoğunluktaymış bu hayatta. iyi niyetin su istimal edilirmiş genelde. ilk öğrendiğim zamanda, hocama öyle terbiyesizce davranmıştım ki, bana saygı duymaya başlamıştı. o günden sonra aramız hiç kötü olmadı. hatta o güne kadar bana öldürücü bakışlar fırlatan kadın, o günden sonra ne zaman görse gülümsemeye başladı. garip değil mi?

konservatuvar bana çok ciddi bir hayat okulu oldu. oldu olmasına da çabuk yorulmamı da sağladı sanırım. biraz bıktırdı. çok anı var anlatılacak. çok söz var söylenecek. herkes hakkında yapacak bir sürü dedikodum vardır. kendi hakkımda bile.
ama konu şu: bıraktım sanat camiyasını. bitirdim bale hayatımı. akabinde ne yaptım. tıpkı bale kadar deli, saçma, kendime eziyet eden bir başka iş buldum. muhtemelen set sabah 08:00 civarı biter. bu da birşey mi? sabah sete 06:00'da gelip, ertesi gün eve 15:00'de dönüp, sonra 17:00de uykudn uyandırılıp, şirkete gittiğimi, sonra bayıldım zannedip, ayakta uyuyakaldığımı da biliyorum. çok seviyorum kendime eziyet etmeyi canım. ruhumda var.

ben çocukken de böyleydim.

16 Şubat 2011 Çarşamba

deryuş ve cemo

tayfur derya ve cem'le tanışalı iki sene oluyor.
bu iki sene içinde çok şey değişti. bu cuma deryuş'lar nişanlanıyorlar.
konuya tayfur'dan girmemin sebebi de şu: tayfur hayatımdaki hiçbir arkadaşım veya ailem için iyi ya da kötü bir yorumda bulunmamıştır. ben de sormam, ''ee sevdin mi?'' soruları yoktur aramızda. eli mahkum sevecek :)
deryuş ve cemo'yla ilk buluşmamız izmir'de bir balıkçıda oldu. çok keyifli bir geceydi. rakılar, biraların yerini kahveler ve deryuş'un meşhur fallarına bıraktı. deryuş'la dedikodularımız, izmir-istanbul-yoncaköy maceralarımız, erkeklerin ittifakları derken hoş zaman geçirdiğimiz bir akşam yemeğinin ardından derya'lardan ayrıldık. onlar kendi, biz kendi arabamıza. tayfur arabaya biner binmez ''hayatında gördüğüm en tatlı çift. bir ömür mutlu olurlar.'' dedi. değil böyle bir yorumu, derya'lar hakkında tek kelime edeceğini beklemiyordum.
umarım tıpkı o gece tayfur'un şahit olduğu ilişkileri, tayfur'un da dediği gibi bir ömür böyle sürer, gider.

not: çocukların annelerinin baskısından kaçıp, melis teyze'lerinde huzura kavuşacaklarına adım gibi eminim.
not2: tayfur hakkında anlattığım bu anıyı okuyunca, ''ben öyle mi demiştim?'' diye kendi kendine sorup, unutmuş olup, ''alla alla'' deyeceğine 2 kat eminim.

Aşkın Gözyaşları'ndan

Aşkın Gözyaşları diye bir kitap okumaktayım.
Bu sefer Mevlana'yı değil, Şems'i anlatıyor. Ehh muhakak Şems kadar Mevlana'dan da bahsediyor. İkisini ayırmak mümkün mü? Şimdi düşünüyorum da, keşke zamanında Mevlana'yı daha çok sorsaymışım Yılmaz Dede'ye. Çok konuşuruz. Çok örnekler verirdi Mevlana'dan da, ben yeterince soramamışım ona. Yılmaz Dede'yle Mevlana'nın bağlantısını birgün anlatacağım.
Bugün ki hikaye tam da bir alıntı. Kitaptan... Aklımda kaldığı kadarıyla, eşe dosta yeri gelince nasıl anlatılırsa akılda kalan hikayeler öyle anlatacağım. Daha derinini bilen, daha iyi anlatacak kişilere şimdiden affola...

Birgün üç filozof Mevlana'ya soru sormak istemiş. Mevlana da onları Şems'e yönlendirmiş. Şems soruların hepsini ardı ardına duymak istemiş. Adam da üç sormuş ardı ardına. İlki, madem göremiyoruz, Allah'ın olduğuna nasıl inanacağız? İkincisi şeytanın ateşten yapıldığı söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz, ateş ateşe azap edebilir mi hiç? Üçüncü olarakta fikrini beyan etmiş, demiş ki; ''Ahirette herkes hakettiğini alacak, cezasını çekecek, dersiniz. Bırakın herkes istediğini yapsın.'' Şems adamı dinledikten sonra onu avluya çıkarıp, yerden kurumuş bir kerpiç alıp, kafasına geçirivermiş. Filozoflar hiç karşılık vermeden, koşarak kadıya gitmişler. Ehh Mevlana telaşlı. Şems kendinden emin, rahat. ''Merak etme, senin dergahına elini öpmeye gelecekler.'' demiş. Beklenen ki; kadı Şems ve Mevlana'yı huzura çağırmış, anlatmasını istemiş. Şems ''Bana soru sordu, ben de yanıtladım.'' demiş.

-Bana Allah'ı göster de inanayım, dedi. Şimdi başım ağrıyor diyor. Hani göstersin.
-Gösteremem ama ağrıyor.
-İşte Allah'ı da gösteremem ama var. Bana şeytana ateşle azap edemezsin, ikisi de ateş dedi. Ben de toprakla, toprak vücuduna vurdum. Canı acıdı. Demek ki, şeytana da ateşle azap olur. Sonra bana dedi ki, bırakın herkes ne istiyorsa yapsın. Ehh canım kafasına kerpiçle vurmak istedi, ben de vurdum. Şimdi niye hakkını arıyor?
İşte böyle. Bazen sorular sorar ve yanıtlar alırız. Çoğu bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar. Bir soruya verilecek, bir sürü farklı yoldan anlatılan aynı cevaplar vardır. Genellikle sorar, cevabını aklımıza yatıyorsa kabullenir, yatmıyorsa bildiğimizi okuruz. Ama cevapları kabulümüz de söylemeden söylemeye değişir. O yüzden psikologlar aslında, arkadaşlarımızın söylediklerinin tıpkısının tıpkısını söylüyordurlar ama onları daha çok dinleriz. Çünkü nasıl söylenmesi gerektiğini biliyorlardır. Ehh senelerce bunu okumuşlar. :) Mesela, birisinin yardımı gerekiyordur; ''Tut şunun ucundan.'' derseniz yapmayabilir ama ''Sana ihtiyacım var.'' herzaman kapıları açar. Gibi. Ve böyle.

15 Şubat 2011 Salı

facebook


şu facebook'u kullanım şeklimiz kendini aşmaya başladı diye düşünüyorum.
eskiden geyiklerine çok kısacık gireceğim, sonra sadede geleceğim.

tekneloji böylesine ilerlememişken, doğumlarda, ölümlerde, bayramda-seyranda popomuzu kaldırır, sevdiklerimizi görmeye giderdik. ya da giderlermiş işte annemler. sonra malesef ki hızla durum bir hayli değişti. cep telefonlarından sonra telefon eder olduk. hiç olmazsa birbirimizin sesini duyuyorduk. sonra telefon etmek pahalıya patladı, mesaj yazdık herkese. hiç sevmediğim bir sistem olur kendisi. özellikle bayramlarda toplu atılan mesajlara (bana bayram tebriği yapanlar bilirler) hiç cevap vermem. ismim yazılıysa, nezaketen. genellikle de geri ararım.
doğumgünlerinde arkadaşlarımı görmeye çalışırım. nişan, düğün elimden geldiğince yanlarında olurum ama ölüm... iki elim kanda olsa giderim. geç duyduysam kahrolurum. 'nasıl arkadaşıma sarılamadım' diye. cenazeye gitmez bir çoğu, içi kötü olurmuş. ben manşallah, cenaze çok sevirim. kim sever ki? kim kötü olmaz? her cenazede gözlerin buğu buğu, göğsümde bir ayıcıkla, zor nefes alırken yollara düşerim. mutlaka arkadaşımın gözlerinin içine baka baka baş sağlığı dilemeliyim.

bu örf adet zırvalıklarını geçiyorum. sinirim şu murat çetintürk'ün ölümünden sonra eşinin facebook'ta 'wall'una yazılan üzüntülü mesajlar; üzgün suratlar. bu ne demek? gerçekten ben anlayamıyorum ve birisi anlıyorsa bana anlatsın, ben de ada'ya yazanlardan özür dileyeyim. bir tek bana mı biraz ayıp geliyor acaba?

teşekkürler.
saygılarımla.

not: bugün saygılarımı sunmam gereken yazılar yazmaya zorlanıyor olmam benim kötü günümden mi, insanların anlamsız tavırlarından mı keşfetmem gerek.

14 şubat'ta kandil.

neyi neyle birleştireceğimizi şaşırıyoruz!
kalp şeklindeki kandil simitleri herkese afiyet olsun!

ahhh egolar ahhh, hepimizi yoruyorsun! özellikle sahiplerini...

türkiye'de olduğumuz için bunları yazmamam gerekiyor ama tutamıyorum kendimi.
daha sonra emre'ye yol-su-elektirik olarak dönerse yapacağımı da biliyorum ama.

2 gün önce emre türkiye şampiyonu oldu. ödülünü veren kişinin konuşmasından bahsetmek istiyorum. emre'yi birilerinin tebrik etmesi çok kolay. mesela turnuvada 2. olan mustafa yılmaz. çok yakın arkadaşı ve emre'nin 1. olmasından eminim ki hiç şikayetçi değil, hatta emre adına seviniyor.

ama gelin görün ki bazıları hiçte mutlu olmuyor. neden mi? ben emre'nin satranç hayatı boyunca bunu çözemedim. karşıma çıkıp, anlatsalar bu çocukla dertleri ne 'eyvallah' deyip, geçeceiğim. birazcık gazetecilikten anlarım. baya az buçuk. ama bir haber yapılırken, ne niyetle yapılıyor görebiliyorum.

mesela, şampiyona bittikten sonra bir takım yerlerde bunun haberleri yapıldı. haber nasıl mı yapıldı? şöyle ki; 'şu şu şu masalar berabere kalınca. emre can 1. oldu.' şimdi, biraz cevap vermek isterim.
1.liği paylaşmak gibi bir durum yoktu bu turnuvada. şayet 2-3 kişi turnuvayı aynı puanda bitirseydi, 1.lik için maç yapılacaktı.
2. söylemek istediğim şey, emre değil de başkası 1. olsa bu haber bu şekilde mi yoksa; örneğin şampiyon ben oldum. 'bu senenin türkiye şampiyonu melis can, tebrik ederiz!' şeklinde mi olurdu?

bence 2.si. daha söyleyecek birşey yok demek isterdim ama bugün turnuvanın ödül törenine göz atma fırsatı buldum. dereceye girenlere ödül veren kişi bir konuşma yapmış. özetle şöyle; 1.liği emre'nin alacağını hiç beklemiyormuş çünkü emre genellikle kolay kaznırsa kazanırmış, durumu iyi değilse hep beraberlik yaparmış mış mışta mış mış...

buna verecek o kadar çok cevap var ki. ben değil diğer türkiye'nin en iyi oyuncuları söylesin. emre kesinlikle beraberlik için oynamaz! emre ya kazanır ya kaybeder, çok zorunlu kalmadıkça beraberlik en sevmediği, en kişiliksiz sonuçtur onun için. nasıl oluyor da, ödül veren kişi bu kadar satrancın içindeyken, oyuncularından en önemlilerinden birinin oynama stilini bilmiyor şaştım doğrusu.

ayrıca 'tebrik ederim' demek bu kadar zor mı acaba? ne enteresan bu insanlar şaşıyorum gerçekten. ve emre'nin gayet mütavazi bir şekilde bu cümlelere cevap vermeyip, sadece gülümseyerek karşılık vermesini çok büyük bir olgunluk örneği görüyor. kendim o kadar olgun olamayıp, bunları yazdığım için bana kızacağını adım gibi bilmeme rağmen içimi boşaltma isteğimi de dünyada en çok sevdiğim kişiye duyduğum koruma iç güdüsüyle yaptığa inanıyorum.

saygılarımla...

not: bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa. insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa uzansak sonsuza.

2.not: hep sanat dünyasının içinde olup (konservatuvar), ego çatışmalarına çok şahit oldum, göğüs gerdim, karşı durdum. ve bu ister emre olsun, ister bir başkası; azınlıkta kalmış, hatta tek başıma duruyor bile olsam bir başkasının hakkını savunmaya devam edeceğim.

14 Şubat 2011 Pazartesi

2011 türkiye satranç şampiyonu: gm emre can

gm emre can 2011'in türkiye şampiyonu oldu. tebrik ediyorum kendisini.
ama son maçta başımıza gelenleri anlatmadan geçemeyeceğim.
2'miz de üzüldük. ben o üzülür diye daha çok. son maç emre çok sevdiği bir arkadaşıyla karşılıklı oynuyordu ve bu turnuvanın son maçı olmasaydı veya son maç emre'nin turnuva sonundaki yerini değiştirmiyor olsaydı. hiçte galibiyetle sonuçlanmazdı. mesela emre 1. değil de 11. olacak olsaydı onun için 11. olmak değil, burak'a karşı oynamamak gelirdi.
maçı bittiğinde 1. olduğu için mutlu ama burak'ı yendiği için mutluluğundan çok üzüntülüydü. sesi kazanmış gibi değil, kaybetmiş gibi geliyordu.
evet hiç profesyonelce durmuyor olabilir o taraftan ama emre böyle bir satranççı. sevdiklerine karşı oynamamı tercih ediyor çünkü sonuç kendi galibiyetiyle biterse karşı taraftan daha çok üzülüyor. ve bunu bana da mı bulaştırdı ne; ben de üzülüyorum.
ya böyle...
not: turnuvanın 2. gününde satranç tahtasında düşünürken ki bir fotoğrafını paylaşıyorum.

sorunun çözümü içimizde

insan hayatındaki bir sorunu çözemeyince mutlaka o sorun yenilenerek, ısrarla karşısına çıkıyor. genellikle de o çözümü yok gibi gözüken felaketler sadece içimizdeki bir problemden doğruyor. "ben bunu hakedecek ne yaptım?" sorusu aynı konu kişi ve yer değişikliğiyle beraber nüksediyorsa bunun tek sebebi kendimiziz aslında. sorunu kimin çözeceğini bulmak, nasıl çözeceğini bulmak kadar zor. "tamam, olay bende başlıyor da... nasıl bu döngüyü tersine çevirebilirim?" işte bu sorunun yanıtı da hayatı düzene sokmakta bir o kadar çözüme yönelik.

2 Şubat 2011 Çarşamba

defne joy :(

bugün sabah işe giderken arabada herhalde geveze'ydi "defne joy evinde ölü bulunmuş" dedi. günlerden de çarşamba olduğunu farkında değilim (pazartesi zannediyorum); güldüm tayfur'a "herhalde elendi bu hafta sonunda, şimdi de böyle haber yapıyorlar geveze'yle şakasına" dedim. iki dakika sonra tayfur elindeki telefonu uzattı, hürriyet'e girmiş. ve hürriyet'te aynı şeyi yazıyor ve şakası makası yok gibi duruyor. 'eee' dedim. "sanki bu haber gerçek?" "ehh tabi gerçek." dedi. ancak o zaman inandım "aaa inanamıyorum, aaa gencecik kadın. çok üzüldüm" kelimelerimin arasında...

ofise geldim, ilk iş haberi araştırmak ve doğruluğuyla düpedüz yüzleşmek oldu. bir garip oldum. bu kadar neşeli (ekran karşısında olman halini bilemem), hayat dolu ve çok genç olan birinin; ki şimdi diyeceksiniz, "ohhoo kimlerin başına neler geliyor, tanımıyoruz sadece" doğrudur da, işte göz önünde olunca... bir de şu yarışmayı evde olursam oturup izliyordum, nasıl dans ediyorlar diye. en son iki hafta önce annemle izlemiş ve "çatlak bu kız" demiştik, gülerek. ayy ne bileyim, hayat bir garip işte. ve bazen böyle olaylarla hiçte şakası olmadığını görüyoruz. bugün var, belki birazdan yok.

kaliteli yaşamak gerekir. kendimizden ödün vermemek. ne istiyorsak yapmak. büyükler hep derler, "hayatın kıymetini bil." varsanız baksanız hiçbiri de bilemeden yaşamışlardır. bir de istediklerini dayatma gibi bir özelliklerinin yanında bir de derler ki; "nasıl istiyorsan öyle yaşa. hayat başkalarını düşünerek yaşamak için çok kısa." falan filan...

üzüldüm çok.

1 Şubat 2011 Salı

rica+teşekkür: bütün istediğim bu!

bir gün sinirli sinirli eve gelip, tayfur'a anlatmaya başlamıştım.
inanın ne olduğunu hiç hatırlamıyorum ama olay şöyle, deli gibi sabah akşam çalışıyorum. kimsenin bir teşekkür ettiği yok. sonra ufacık bir eksikte, "ee bu hala yetişmemiş." ehhh, tabi ki! ben de insanın. anca, yapacağız işte. bir de çok çalışınca iyice tahammül sınırınız kalmıyor çünkü elinizden gelenden muhtemelen fazlasını yapıyorsunuz, karşılığında da istediğiniz çok bir şey değil, tek kelime 'teşekkürler'. tamam o da olmasın, bari sus değil mi?
yine öyle bir olaydı 10 istekten, 8'i bitmiş, 2'si olmaya çalışıyorken sinirle işten çıkıp, eve gelmiş, bir hışım tayfur'a anlatmıştım. "hakılı" demişti, karşımdaki kişi için. yangına körükle gidiyor sanki. öfkeyle, "nedenmiş o?" dedim. "senin işin bu. işini yaptın diye kimse sana teşekkür etmek zorunda değil!"
kimisi, çoğu böyle düşünüyor işte. ama bence hiçte canım!! nasıl bir restauranta gittiğimde garsonun işi de siparişi, alıp getirmekse ve ben sipariş verirken 'rica' ediyor, siparişim gelince 'teşekkür' ediyorsam işimi yaparken de bunları görmek istiyorum.
geçen pazar da bir arkadaşım "senin emir kipleriyle derdin var." dedi. haklı. öyle resmen aramız bir türlü ısınamadı. değil iş yerinde biri benden bir şey isterken rica etmesin, evdekiler bile "melis, meyve getirir misin?" demeliler. çok kez bunun tartışmasını yapmışımdır. 'getir-yap-et'in samimiyetle ilgisi yok. haa, eğer var derseniz, kimse benimle samimi olmasın. 2 kelime fazla telaffuz etseniz o narin dudaklarınızdan yorulur musunuz?
set en yoğun gündür. reji asistanlığı yapıyorsanız özellikle. sette herkes birbirinden bir şey ister. özellikle rejiler setten ayrılamadıkları için herşeyleri ayaklarına. neyse, olay şu; sette bile olsam bir istek hatırlamam ki, lütfenle bitmesin ve o ihtiyaç yerine getirildiğinde bilmem ki teşekkür etmemiş olayım. yani en yoğun anımda bile kibar olabiliyorsam, dünyadan bir ricam var; herkeste aynı saygıyı bana göstersin.
haaah bir de şu 'sen'-'siz' konusu var. sevmiyorum tanımadığım bir adamın gelip benimle senli konuşmasını. sen kim oluyorsun? ne haddine! değil mi? genlerimden kaynalı ki; biraz küçük gösteririm ayıptır söylemesi. bu tamam bir lütuf olabilir ama kimse bunu kötüye kullanmasın! taşındık yeni. ehh kuaförümü değiştirmesem de tamamıyla, föne cihangir'e gitmiyorum artık. karşımızdakini deneyeyim dedim, "hoşgeldin." ama yüzüme bakan yok. ya sabır. "fön çektireceğim, beni alabilecek biri var mı boşta?" "sen otur, gelirler şimdi." 'sen?' derken? ne bu yakınlık arkadaşım? kırk yıllık kuaförüm sanki. başka bir anıma hemen geçebilirim :) vukuatıma da diyebiliriz. :) yedi uyuyanlar'da sipariş verdik, 3 kızız. siparişler yanlış geldi ki, oluru var böyle durumların. benim sinirim yine 'sen' hikayesinden, bir de adam az biraz öküz gerçekten. derya'nın şekeri olduğu için papates yasak ona. o yüzden gözlemesinin siparişini verirken "ben sadece kaşarlı istiyorum, patates olmasın. özellikle rica ediyorum" dedi. sanki yanlış geleceği içine doğmuş gibi. ama 7uyuyanlar hep öyledir. efes'e gelen de, meryem ana'ya gelen de orada bir gözleme yediği için hep kalabalık ve garsonların kafalar hep ambole. gözleme gelmez mi patatesli. neyse be hala sakinim. "pardon" dedim. "biz kaşarlı söylemiştik. bu patates-kaşarlı." geldi, gözlerimin içine baka baka "hayır, o kaşarlı" dedi. açtım, içini gösterdim, "bakın patates de var" "ne yani yemicek misin?" diye sorunca nevrim döndü. " 'yemeyecek misiniz?' demek istenİZ herhalde" dedim. "haaa" dedi. "sen yemiceksen, götürücem çünkü" "hanımefendi!!" cümlesine ben bunu ekledim ama anlayacak biri var mı ki karşımda. yok. ama daha da kötüsü söyleyeceklerimi anlayabilecek kapasitede olup, anlamayanlar var karşımda, hem de bir sürü onu ne yapacağız?
ben kendi kendime sinir olmaya devam edeyim en iyisi. :) yok mu bana katılacak?

31 Ocak 2011 Pazartesi

evli kadınlar ve boşananlar

geçenlerde kadınların evli veya boşanmış olmasını konuştuk. çok sevdiğim bir kadına, kendisi evli ve benden 20 yaş kadar büyük, kadınlar ve evlilikler üzerine konu açılınca fikirlerimi söyledim. sonra da onunkileri dinleyip, hayatın hiçte toz pembe olmadığını tekrar tekrar hissettim. hem de 'gevur' izmirli olmama rağmen.
"kolay mı izmir'de boşanmış bir kadın olmak" dedi. aaa nesi zor olabilirdi ki? olmamış, ayrılmış kadıncağız eşinden. eee? dinleyince hak vermedim de değil doğrusu. hele önüme örneklerle sununca, hem de bildik, tanıdık örnekler...
meğer boşanmak ne zormuş. topluma hiç gelmeden, en yakınından bile çok ciddi tepkiler alabiliyormuşsun. öyle valizini alıp, "ben babama gidiyorum" demekle olmuyor. bakalım baban seni o eve alıyor mu? yoksa kocanın sarhoşluğuna, tokatlarına, hakaretlerine geri mi gönderiyor? "kızımı sana emanet ediyorum" damat deniyor gülücükler eşliğinde, sonra o damat kızlarına isdikleri gibi bakmayanca, annenin öğüdü, "ehh ben de neler çektim, kızım. ama bak hala babanlayım. kadınlık bunları gerektirir işte. yuvayı dişi kuş yapar" deniyor. oysa ki orada tek istenen şey; annenin sıcacık kollarında, hıçkıra hıçkıra ağlamak ve beraber bir çözüm bulacaklarına inanmak oluyor. ama nerede? annenin akılları, babanın küslükleri insanı daha beter çileden çıkartıyor. "sanki ben kocamın değişmesini, tanıyamadığım bir adama dönüşmesini isterdim!" kim bekler?
'toplum' derler ya; ailede başlar işte herşey, tek bir bireyde.
sonra eşinle katıldığın davetlere katılamaz olursun. hem tad almıyorsundur, hem herkes çifttir veya sizi çift görmeye alışmışlardır. yapayalnız kalıverirsin. ilk başta bir kaç telefon, 'üzgünüm' cümleleri sonra yakın bir zamanda onlar da silinip, giderler. arkadaşların da yoktur destek anlayacağın. belki kız kardeş, belki bir iki kız arkadaş. o kadar.
haaah bir de sülalene derdini anlat. her ağızdan ayrı bir laf dökülür. biri önceden o adamın ne mal olduğunu biliyordur, diğerine göre böyle olacağı bellidir. bir başkası da şaşırır. meğer çok sevmiştir damadı. üzülür hepsi. güya... belki bir kısmı gerçekten. ama pekte içten olmaz yine de.
gün gelir bir ortama girersin. bir kaç soru sonrası yüzüne şaplak gibi iniverir. "evli misiniz?" "hayır, boşandım" ayy o yüz ifadesi. çak bir yumruk olsun bitsin. sanki senin başına gelmeyeceği ne malum be kadın! diyesin gelir. ama sen hep susarsın. madursundur. eziksindir. kocayı boşadıysan konuşmaya da hakkın yoktur.
ooffff içim sıkıldı!

seren ve levent

bu cumartesi seren ve levent'in nişanındaydık.
bütün gece dans ettiler karşılıklı. çok eğlenceli bir çift seyrettik biz de. ve birbirlerine sevgi dolu bakan... bir ömür böyle olacağına eminim de; yine de dilektir, umarım hep birbirlerinin gözlerinin derinliklerine bakarlar, tıpkı nişan gecelerindeki gibi. 28 ocak sözleri, 29 ocak nişanları oldu. artık her ocak sonu kutlanmak için bir sebep var onlar için. mutluluklar!

akın'dan irem'e süpriz

emre'nin doğumgünü yorgunluğu geçmeden daha yorucu bir gece bizi bekliyordu ki o da irem'İn doğumgünü oldu. o gün biraz tansiyonelsel de olabilir, yorgunlukla alakalı da olabilir, anneme göre hiç olmasam da açlıkta olabilir vs. neyse bir problemden ötürü hazırlığa yetişemedim.

ama tam zamanında irem'lerdeydim. ev çok güzel süslenmişti. her yerde rengarenk balonlar uçuşurken, girişte, salonda 'happy birtday' pankartları asılıydı. ve müthiş bir sofra. bir sürü soğuk meze ve günaydın'ın lezzetli çeşit çeşit sıcakları.

tam tayfur'la içeridekileri öpmeyi bitirdik ki; irem, seren ve levent'in geldiğine dair duyumu alıp, asansörün önüne kameralar, fotoğraf makinaları, balonlar ve konfetilerle pusu kurduk. hemen asansörün önünde durduğum için irem'in ilk şaşkınlığına şahit olan da bendim. çok komikti. önce gözleri yuvalarından fırladı. ardından ağzını açtı, baktı ağzı kapanmıyor, elini ağzına götürdü. yüreğine inmediği iyi. asansörden dışarı adım atmasıyla, hepimiz bağırmaya başladık. konfetiler patlatıldı, ışık yandı ve herkes çığlık çığlığa. sırayla irem'e sarılmalar, öpüşmeler. çok keyifli bir başlangıç olduğunu itiraf etmeliyim. :)

ardından irem üzerini değiştirip, (şıklaşıp) salona girmesiyle; akın'ın sulukule'den mi bilemediğim; ayarladığı 4 çalgıcı 'doğumgünün bana geldiğin gündür'le içeriye daldılar. irem ikinci şokunda. bildiğiniz salak oldu. garip garip konuşmalar, olayları idrak edememeler. uzun süre bu hali üzerinden gitmedi. gidemedi. klasik irem şaşkınlığı saçmalamaları...
güzel bir yemek yedik. bol bol kadeh kaldırdık. on ikiye kadar göbek atıp, ardından oturup şarkılara eşlik ettik. tam bir fasıl gecesi... 'sevmekten kim usanır'la kapanan!

ne yalan söyleyeyim, irem'i böyle mutlu ettikçe akın'ı daha çok seviyorum. ellerine sağlık akınikoooo!!

27 Ocak 2011 Perşembe

zamanın değeri

geçenlerde bir grup efes-siena maçına gittik. efes fark attı, desem de inanmayın. ama neyse ki galip çıktık maçtan. aslında konumuz 'yendik veya yenildik' de değil zaten. zamanla ilgili konuşacağım. insan hayatında salisenin değeri veya senelerin önemsizliği...


geçenlerde emre'nin bir arkadaşı sınıfta kaldığını söyledi. ben de "aman insan hayatında bir senenin değeri ne ki?" dedim. amacım onu hem avutmak, hem de gerçekten 'bir sene okulu geç biterse ne olur ki' düşüncemdendi. bir sene önemli mi ki? bazen çok. bazen hiç. mesela tayfur şu gün gel bir sene yurtdışında yaşayalım, çalışmayalım, aylak aylak gezelim avrupa'yı dese muhtemelen "tamam" derim. herşeyi bırakabilirim. bir sene sonra döndüğümde kaldığım yerden devam ederim. anneme sorsam, "hayatına bu kadar çok ara verme" der. gönlüm basıp, gitmekten yana olsa da belki de onu dinlerim. konuştuğumuz süre bir sene. koskocaman...

şu maça dönersek; bir ara sırasında arkamda konuşan çocuklara kulak misafiri oldum. time'da sıfır altı yazıyor. atak sırası bizde. gençler tartışıyorlar. "o saniye mi? salise mi?" "yok olumm salise olur mu hiç? bir işe yaramaz." neyse maç başlıyor ve başlamasıyla altı salise sonra bitmesi bir oluyor. yani anında da diyebiliriz. :) sayı olamıyor doğal olarak. ama o top kerem'in elinden potoya doğru çıkmış da yol alıyor olsaydı ve saliseler bitmeden basket olsaydı, aldı salise boyunca nefeslerimizi kesecek ve üç sayıyı hanemize ekleyecektik. göz kırpma süresi konuştuğumuz süre. bir yandan upuzun...

ya işte böyle gün gelir bir seneyi çöpe atıveririz, gün gelir saliselere var gücümüzle tutunuruz. ama her anın birileri için kıymeti var işte. bir yıl sonra hapisten çıkacak biri için bir yıl kıymetliyken, sekiz ay sonra doğuracak hamile kadın için sekiz ay önemlidir. bir ay sonra okulu bitecek bir öğrenci, bir ayı sayar, iki saat sonra sınavı bitecek çocuk iki saati. beş dakika sonra sevgilisine kavuşacak adam beş dakikanın bitmesini beklerken. otuz saniye sonra maçı alacak satrançcı otuz saniyeye bakar.

herkes için her koşula göre ayrı değerli şu zaman...

surname


uzun bir aradan sonra dün tayfur'la surname'ye gittik.
tiyatroya gitmek çok iyi geldi. geçen sene ki gibi haftada bir rütinine bağlasak güzel olur aslına bakarsanız. ben de daha çok bilgi paylaşabilirim böylelikle sizinle...
oyun bir yandan güzel, bir yandan saçmaydı. kostümlerden başlamak isterim anlatmaya... tıpkı fotoğraflarda gördüğünüz gibi şaşalı, gösterişli ve üzerinde uğraşıldığını kanıtlarcasına ayrıntılıydı. hepsi çok tatlı bir sürü karekter vardı. tatlılıkları sahnede kaldıkları sürece bakiydi. yüzleri biraz ürkütücü olduğundan sahneden inip, seyircilerin arasına karıştıklarında tayfur'un kolunu sıkar vaziyette buluyordum kendimi. :)


ne yalan söyleyeyim oyunun bir kısmı çocuk oyunu gibi bir yandan eğlenceli, öbür yandan saçmalığından ötürü sıkıcıydı. ama dört kere olmak üzere istanbulbazlar diye bir ekip karşımıza çıkıp, herkesi çok güldürdü. sebebi de; istanbullu'ların ve benim gibi istanbul'da yaşarken istanbul'a ayak uydurmak (mecbur kalmak) adına istanbullu'laşan bir grup panik atak insanı taklit ediyorlardı. gündelik hayatta yaptığımız saçmalıklar. "sallanıyor muyuz?" deprem korkumuz. sokakta bir paket gördüğümüzde yanyan bakarak kaçmamız, bomba korkumuz. her daim bir yerlere yetişmek amacıyla koşturmamız, kazalarımız... trafik korkumuz. ya böyle bir ton korku ve o korkuların doğurduğu hayatı zevk alarak yaşamaya engel bir sürü alışkanlık.

not:düşündüm de hayat istanbul'da yaşayanlar için ne zormuş meğer.

24 Ocak 2011 Pazartesi

emre'ye doğumgünü



bu haftasonu kabul etmeliyim ki hareketliydi.
önce emre'ye süpriz doğumgünü partisi, sonra irem'e.
21 emre, 22 irem, 23 ahmet. ahmet'cik istanbul'da olmadığı için telefonla kutlayabildik ama olsun kalbimiz onunla :)

annem haftaiçi "melis emre'ye ne yapalım? süpriz yapalım mı?" dedi. ben de "süper fikir de kimi çağıracağız?" dedim. çünkü izmir'de de yapmıştık bir iki kere süpriz partiler kardeşciğime ama o zamanlar kimi çağırmamız gerektiğini biliyorduk. arkadaşlarını tanıyordum bir kere. almıştım emre'nin telefonunu tanıdığım arkadaşlarının numaralarını çalmıştım. tatatataam herşey hazır.
bu sene de aynı durum söz konusu oldu. annem emre'den adını duyduğu arkadaşlarının telefonlarını emre'ninkinden gizlice almış. ehh bana ulaştırdı. ben de tek tek aradım. mesaj attım muhtemel katılımcılara.

sonuç cuma akşamı işten çıkıp, eve vardığımda; fotoğraflarda da göreceğiniz üzere müthiş bir sofra ve bir güruh erkek beni bekliyordu. çok keyifli bir geceydi. en çok da emre için. akşamüstünden başladı şaşkınlıklar onun için. izmir'den efe geldi. onu havaalanından karşılamış annemler. eve girdiklerinde emre elinde playstation kalakalmış. şaşkınlıktan "hoşgeldin" bile diyememiş. :) sonra beni arası. "misafirin geldi izmir'den. sen gelene kadar ben ilgilenirim." dedi. sesindeki mutluluk herşeye bedel. keşke bütün izmir'i getirebilseydim. ama ona efe de yeter; biliyorum.

ehh efe geldi de, akşam organizasyonundan yine de haberi yoktu. sadece efe'yi çağırdık sanmış. sonra üç, beş arkadaşları gelmeye başlayınca tam bir süpriz parti oldu çünkü birbirini tanımayan bir grup insan. ingilizce kursundan, izmir'e; satranç'tan kadir has'a; ailesinden aysu'ya kadar herkes oradaydı. okullar tatile girmeseydi çok daha kalabalık olacaktık ama bu da emoş'a yetti. gerçekten gayet de güzel vakit geçirdik.


devirdik şarapları, biraları... rakının boynu bükük kaldı o gece. ama mezelerden herkes bol bol yedi. hoş sohbetin ardından (onca erkek bir araya toplanınca) pes 2011 turnuvası başladı. bir ellerinde biralar, diğerinde joystikler bir güzel oynadılar durdular. ben de paso fotoğraf çektim. akşam da çok geç olmadan (iki sularında) yatağa gittim ki; ertesi geceki partiye zinde katılabileyim...

23 Ocak 2011 Pazar

derin bebek-teyzem




o kadar yoğun bir dönem ki, hiç yazamadım. hiç anlatamadım.
ama bugün fırsat bulup, hemen bahsetmeliyim size derin'den.
aman allah'ım. inanamazsınız güzelliğine. nasıl erkek erkek bakıyor sanki kocaman adam. babası yavuz, o gözler. dudaklar annesi. sürekli bir hareket halinde ama. ya güler, ya emer. sürekli uyuyor. emerken bile dalıveriyor hiç uyanmak istemediği uykusuna.
garip bir his ama ya. çok garip. ailenin ilk bebeği bir kere. belki de o yüzden bugüne kadar hiç hissetmediğim duygular yaşatıyor bana. zaten bebekleri çok severim. mesela tuna var. nasıl bayılıyorum ona bilemezsiniz. ama derin sanki bizden gibi işte. yiğen sonuç olarak.
alıp kucağıma, sımsıkı sıkmak istiyorum. ısırmak istiyorum o bacakları. sıkıştırmak istiyorum o yanakları. ama bir de gerçekten tatlı yani. kuzguna yavrusu misali de değil hani. :) hemen fotoğraflar ekleyip, bana hak vermenizi sağlamalıyım.
herşey güzel olsun derin bebek için. derin delikanlı güzel insanlarla karşılaşsın. (hayatta en önemli nokta bence.) derin damat doğru birine 'evet' desin. derin babaya istediği gibi bir evlat gelsin.
ailemizin en değerli torunu, yiğeni, kuzeni vs. herkes şimdi ''bana ne demeli?'' diye tartışıyor. bana 'melis' diyebilir. ama ben ona şimdilik 'teyzem' diyorum. kulağa hoş geliyor sanki :))

PS: babası yüzünden fenerbahçe'li. onun suçu yok. o yüzden hiçbir türlü kızamıyorum kendisine.

13 Ocak 2011 Perşembe

gidene bay bay, gelene hay hay

2011'e bir 'merhaba' bile diyemedim.
öyle bir koşuşturmaca geçti ki; yeni yıldan bu yana, kimsenin hayatındaki değişimlerini soramadım.

2010'dan çıkarılan derslerin ve güzel günlerin anılarının varlığıyla hayatımızı sürdürebiliyorsak ne mutlu. birileri sürekli mutsuzsa veya hayatında birşeyler yanlış gidiyorsa, belki de hayatını gözden geçirmelidir. tarih de tekerrürden ibarettir, yapılan yanlışların sonuçları da.

o yüzden geçmişte yapılan hataların tekrarlanmadığı, çıkarılan derslerin uygulandığı ve güzelliklerin bir sonrakine taşındığı bir yıl olması çok önemli gibime geliyor. ama etrefıma bir göz attığımda birçokları 2011'i dört gözle bekliyorlardı. umuttur gelecek çünkü. asıl problem onu da yitirdiğinde...

umarım herkesin umutları avuçlarının içlerine yerleşir.

sinirlerimi hoplatırlarsa...

bazen beni sinirlendiriyorlar gerçekten.
abuk sabuk yorumlar.
kimsenin ağzı torba değil ki, büzesin.
ama asıl kızdığım nasıl bu kadar içlerinin pis olduğu.
ruhları kirli. mutsuz bir hayat, içlerindeki doyumsuzluk, saçma ego savaşlarına sebep oluyor diye düşünüyorum artık. günümüz dünyasına ayak uyduramıyorum kanımca.
herkes o kadar pis ve yanlış yaşıyor ki; kendi ezikliklerini yüzlerine vurmayınca kendilerini adam sanıyorlar. halbuki; önce insan olmaktan geçiyor bu iş. insan olmak! temiz yürekli. anlayabilen var mı acaba söylediklerimi? yoksa tüm dünya mı böylesine yozlaştı?

ölünce...


mevlana'yla ilgili bir kitap okurken; ölüm veya ebedi yaşam da diyebileceğimiz bir bölümümde aklıma bir anım geldi. önce mevlana'nın sözlerini aktarayım, sonra da hikayemi anlatırım. mevlana der ki; ''... cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme. benim buluşmam, görüşmem o zamandır. beni mezera koydukları zaman, elveda deme. mezar, cennet kapısının perdesidir. ... mezar hapishane gibi görünür ama aslında ruhun hapisten kurtuluşudur...'' işte böyle. ölümü ne kadar da huzurlu anlatıyor.

şöyle bir yedi yıl öncesine falan gittiğimde annem birgün ''yılmaz dede'nin annesi vefat etmiş, bir ara da baş sağlığı dile.'' demişti. en zor zamanlardır benim için. aramak, yanında olmak isterim ama ne diyeceğimi bilemem. cenazeye gitmek isterim ama nasıl nasıl davranmalı kestiremem. yine de ararım, yine de giderim. bence böyle günlerde insan ortalıklarda olmalı. en sevmediğim lafta ''ben dayanamam.''dır. dayanamam derken? ben sanki güle oynaya gidiyorum. oohhh cenaze var, yandan yandan. böyle bir saçmalık yok.

işte annem haberi verince, hemen yılmaz dede'yi aradım. ''yeni duydum kusura bakma, cenazeye katılamadım.'' dedim. ''olsun güzel kızım, istanbul'dan gelmene gerek yok.'' dedi. sesler tabi durgun. her ikimizde kısık ve en derin ruh halimizle konuşuyoruz. aramadan önce düşünmeyince ben, yine ne diyeceğimi bilemedim tabi. klasik, genel geçer cümleleri sıralıyorum. ''çok üzüldüm. allah sabır versin.'' dedim. öyle dingin, öylesine kendineden emin konuştu ki; hiç cevap veremedim. ''üzülmüyor musun yani?'' diye soramadım. şöyle dedi: ''annem allah'a doğru yolculuğa çıktı.''

ses tonundaki açıklama da ''o iyi. ben onu şu aralar göremeyeceğim için üzgünüm ama ebedi mutluluğa kavuştu o.''ydu.
bugün bu hikayeyi okurken hemen o telefon konuşmasına gidiverdi aklım. ''ben de birgün böyle düşünebilecek miyim?'' diye sormuştum kendi kendime. yok hala o mertebeye erişemedim. belki birgün...

not: aslında bir soru. fotoğrafı sevdiniz mi? cennete çıkan merdivenler babında.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Wakan-Tanka


*düşmanın zayıflığı bizim kuvvetimizdir.
bu lafı prensip olarak tutmuyorum. karşımızdakinin zayıflığından değil, kendi üstünlüğümüzle başarı elde etmeliyiz gibime geliyor. fakat şöyle bir durum var ki; kendimle çelişiyorum: geçenlerde emre'yle yaptığım röportajda, emre ''maçlarda senden zayıf veya güçlü rakip olması önemli değildir. o maç içinde hata yapıp, yapmadığı önemlidir.'' dedi. çünkü sen çok iyi oynasan da karşındaki hata yapmazsa yenemezmişsin. tamam bu doğru olabilir.
ama ben şöyle bu lafa irite oluyorum. muhtemelen de bu konservatuvardan kalan bir his. temsilden önce ana kast sakatlandığı için, yerine rolü çalışan kişi çıkıyorsa hiç dans etmesin daha iyidir gibi...
bilemedim sayın wakan-tanka'ya hem hak vermekteyim, hem vermemekte.

*tek ayağı kanonun tek ayağı kayığın içinde olanlar nehre düşeceklerdir.
evet! öyle. bir, aç gözlülükle ilgili. ikisi birden olamaz.
ama benim için ikinci anlama daha iyi: artık kayığa atlamaya çalışıyorsan atla gitsin. cesur ol. bırak kanoyu çok gerilerde...

*ağızda daha az gökgürültüsü elde daha çok yıldırım olması iyidir.
çok laf, az iş herzaman tercih sebebidir. yeaaap!

*çocuklarınızın size ait olmadığını yaratıcı tarafından size ödünç verildiğini biliniz.
bunu çocuğum olduktan sonra yorumlamak isterim. şimdilik atıp, tutmak kolay kanımca. :)
ama hak verdiğimi söylemeden de edemeyeciğim. :))

*büyük ruh sana 2 kulak ve 1 ağız verdi ki; dinlediğinin yarısı kadar konuşabilesin!
güzel laf.

*bir kere al şunu demek, 2 kere ben vereceğim demekten iyidir.
egonu kontrol atına al yani. ehh yani. haklı adam. ''benim sayemde buralardasın-şuna sahipsin lablablab lablablam.'' nefret ederim.
'iyilik yap denize at.' da yaşam felsefem bu arada. öyle 'carpe diem' gibi avrupayi bakış açılarım yok.
hatta en çok sevdiğim yönüm bile olabilir bu. herkes için elimden geldiğinin fazlası kadar uğraşabilme potansiyelim var, karşılığının gelmeyeceğini bile bile. orada önemli olan ''o benim için bunu yapar mıydı?'' değil. ''ben onun için yapmak istiyorum.''

*çakal her zaman dışarda bekler ve çakal her zaman açtır.
haklı. gözünü aç, yem olma.
akıl veririm de, bilemem uygulayabilir miyim? aptallık değil çünkü bu. iyi niyetlilik. iyi anlamda saflık.

*önceden görülmüş bir tehlike yarı yarıya atlatılmıştır.
tıpkı istemek başarmağın yarısı gibi. :)
şaka bir yana, evet tehlikeyi gör, çözümle ve harekete geç. genellikle bu yetileri az oluyor insanların. sonra da zamanı geri döndürmeye çalışıyoruz. ama ona da ne imkan.

*gözlerinde yaşlar varken, geleceği göremezsin.
bu favorim diyebilirim! özellikle kızlar (onlar kendilerini bilirler) size hitap ediyorum. bazen öyle zamanlar geliyor ki, sürekli mutsuz, daima huysuz oluyoruz. yolunda gitmiyor hayatımız. isteklerimiz olmuyor. ama belki de geçmişe yanarken, gözümün önüne gelen fırsatları kaçırıyoruz.
bu sözle pek alakalı değil ama bir hikaye anlatmak istiyorum, geçenlerde derya benimle paylaştı. adamın biri sürekli tanrı'ya yalvarıyormuş. ''tanrım sen bana çalışmama gerek olmadan, havadan para nasip et. öyle çok para ver ki, ömrüm boyunca bir daha hiç uğraşmayayım.'' sonra bir türlü zengin olamamış ve günün birinde ölmüş. yukarıdakine sormuş, ''ben senden o kadar istekte bulundum, neden cevap vermedin?'' ''ehh be adam!'' demiş tanrı. ''sen bilet aldın da ben vermedim mi?''

Wakan-Tanka
ruhların yolculuğu

10 Ocak 2011 Pazartesi

marche ve al'jamal

geçenlerde izmir ve istanbul'dan bahsetmiştim. ehh hep bunun hakkında yazmaya da devam edeceğim. kopamadığım iki şehir. eskiden sorsalar hangisi diye, düşünmeden 'izmir' derdim. şimdi alıştım galba istanbul'a da. seçim yapabilir miyim bilemedim. belki işimi izmir'de de yapabiliyor olsam, muhtemelen o zaman hiç düşünmeden giderim. arada bir istanbul'u ziyaret şartıyla tabi. emre'yi görmeye sık sık gelirim artık. bir de tayfur var. onun da benimle taşınmayı kabul etmesi gerekiyor ki, bu zor sanırım.
bu sefer iki şehir arasındaki karşılaştırılma şöyle: gece klüpleri. barlar. restaurantlar. kafeler. ve böyle. istanbul'da ne yaparsan yap ama iyi yap, bir de reklamını yap, ehh iki üç tanıdık yüz oturt bitti. tutar. izmir'de ne yaparsan yap tutması çok zor.
geçenlerde izmir'de marche diye bir mekana gittim. ilk başta hiç eğlenemeyeceğimi sandım çünkü gittiğimde saat 01:00 civarıydı ve mekan boştu. o saatte istanbul'da bir mekan boş olması mı, cumartesi mi; im-kan-sız. bir de gidilecek o kadar az yer varsa. sonraları bir baktım ki; (ne kadar mekan dolmasa da) eğlenmeye başlıyorum. burası bizim al'jamal adeta. nasıl içtik, nasıl dans ettik belli değil. çok keyifliydi. showlar basit ama güzeldi. ve her bir show bir öncekinden daha komikti. sabah 05:00 sularında oradan ayrılırken, ilk geldiğim andaki kadar kalabalık hakimdi. mekan kapanacak, gece (sabah) öyle bitecekti belli ki. ahh bir de misafirlerden kimler kimler platformun üstüne çıkıp, dans etmedi ki. nasıl güzeller, insanın bakası geliyor. otur öylece izle.
buradan çıkardığımız sonuç ise izmir, istanbul'la kıyaslanamayack kadar kısır ama bir yandan da geri kalmıyor. kızlar müthiş ve neyse ki, kimse abuk sabuk dağıtmıyor. izmir'i seviyorum.

hürrem sultan ve dizisi


ne 'muhteşem yüzyıl'mış be kardeşim! dizi ya.
bu sabah bunun hakkında yazmaya karar verdim. bugün lafı oldu.
ne para harcadılar ki helal olsun. ama bu kadar dekor dekor duruyor olması pek hoş olmadı gerçekten. kostümlere gelince, serdar'ın ellerine sağlık gerçekten. hele nebahat çehre'yi bir giydiriyor. insanın hürrem değil, ayşe hafsa sultan olası geliyor.
çok merakla beklendi. raytingleri alt üst etti. ee o zaman bırakın da yayınlansın. izlensin. ilkokul, ortaokul, lise çok okuduk istenilen gibi. beynimize kazındı yeterince. biraz da hikayesine bakalim canim.
şöyle ki, ben bu satırları yazarken annem ve birçok kadın, hatta erkek bu diziyi izlemektedir.

Güzel Bebek Derin


Müge bu sabah sularında Amerikan Hastanesi'nde doğumunu gerçekleştirdi. Ortaya da nur topu gibi bir Derin Bebek çıktı. Bugün ve yarın ve ertesi gün set, iş derken yiğenimi üç gün gecikmeli göreceğim ama gel gör ki, teknoloji nasıl ilerlerdi: bebiş doğdu, üç saat sonra ben onun fotoğraflarına ulaşabiliyordum. :) Hem iyi, hem kötü. İyi çünkü onu gördüm, içim rahat. Kötü çünkü 'insan nasıl olsa gördüm' diyebilir. Tabiki öyle birşey söyleyemiyorum minik yiğenim hakkında ama görmeye de gidemiyorum. İş dünyası.

Neyse, şöyle ki Derin'ciğim; seni kucağıma alıp, koklayıp, ellerini sevip, ayaklarını öpmek için can atıyorum. Nasıl erkek erkek bakıyorsun öyle sen. Bitanem benim. Güzel bebek. Burada bir not düşmeliyim.
Not: Geçenlerde Derin'in doğumu hakkında konuşurken, annem benim doğduğum andan bahsetti. ''Ayyy çok çirkin bir bebektin. Eciş, bücüş.'' dedi. Ben de ona ''Saçmalama. Dünyanın en güzel bebeğiydim.'' dedim. (Hani kuzguna yavrusu hoş gelirmiş ya, ona göre de dünyalar güzeli olmalıyım.) Ama yok çok küçük doğmuşum, yok o kadar zayıfmışım ki yüzüm kırış kırışmış derken, sonuç hiçte anasına yavrusu hoş gelmemiş. Hatta hemşire beni babama götürmüş, anneme geri verirken de, ''Babası bu bebeği hiç beğenmedi.'' gibi bir laf etmiş. Bak sen!! Babam beni beğenmeyecek? Duy da inanma!
Neyse kısa bir anektottan sonra konumuza geri dönüyorum. Bugün normalde ben doğuma gidip, kameraya çekecektim ama iş olunca gidemedim ve anneme devrettim çekim işini. Doğumdan sonra da konuştuk. ''Eeeee, nasıl, güzel mi?'' diye sorunca ben, o da (titrek bir sesle) ''Çooook güzel. Bir görsen...'' dedi. Ve ben Derin'in güzel bir bebek olduğuna inanmıştım zaten. Görmeme gerek yoktu. Ehh anneme ben bile çirkin geldikten sonra, doğru yorumlarda bulunabilirdi sonuç olarak. Annem 'güzel' deyince konu kapandı. Derin müthiş güzel bir bebek!

Not:En yakın zamanda onu görüp, sonra duygularımı sizlerle paylaşacağım. :)

Bir Haftasonu


Haftasonumu İzmir’de Deryuş’la beraber geçirdim. Herşey çok keyifliydi. Beni havaalanından karşıladı ve doğruca tadına hasret kaldığım kumrumu yemeğe götürdü. Çifte Kumrular’da bir güzel karışık kumrumu mideye indirdikten sonra çaylar eşliğinde hasret giderdik.
Ertesi gün biraz koşuşturmaca. Derya’nın iş gezileri, benim İzmir işlerim ve en güzeli Şubat’taki nişan için tuvalet provası. Melek gibi bir kız olacağa benziyor. Ardından İzmir’e gelip, hayatta kaçırmayacağım bir klasik. Kordon! Bira, patates ve Sunset. İzmir’e geldiğimde yaşamadan geçemeyeceğim dakikalar. Denize karşı kadeh tokuşturmalar.
Hava çivi gibiydi aslını sorarsanız. Ama yine de dışarıda oturdum. İzmir havası özlemiştim sonuç olarak. Tek problem kışları kömür, yazları boğucu sıcağıyla İzmir havasını içime çektim. Akşam Jale’yle yedik yemeğimizi. Ama ne sofra kurulmuş... Tekirdağ rakılar da kadehlere doldurulmuş. Bir güzel dedikodu yaptık Jaleşim’le (Derya’nın annesi. Bayılırım kendisine).
Cumartesi Altınyunus servisine yetişmek için sabahın altısında ayaktaydık. Otele gidince biraz Derya’nın odasında uyurum diye düşünsem de, hiç gerek kalmadı çünkü gözler faltaşı gibi açılıverdi bende. Bir güzel kahvaltımızı ettik. Bütün otelle, isimlerini duyduğum çalışma arkadaşlarıyla tanıştım ve sohbet muhabbet öğle yemeğini ettik. Yemekten sonra tüm otel dakikalarının en güzel anlarına gelmiştim. Şimdi masaj vaktiydi. Kendimi sihirli iki elin arasına teslim edip, yumuşacık kokulu, güzel dekore edilmiş bir odada, hafif bir müzik eşliğinde uzanı verdim. Müthiş bir bir saatti. Ama nasıl huzurlu. Vücuduma dökülen yağların aramotik kokuları burnumla buluşup, sırtımda hissettiğim yumulacık ellerle çok güzel dakikalar geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Ehh ama otele gidip, spa’ya uğramadan da olmazdı doğrusu. Masajımın ardından biraz uzanıp, ılık bir duş aldım ve koşarak Deryuş’un süpriz doğumgünü partisine katıldım. Mumlara yetişemesem de fotoğraf merasimini yakalamıştım. :)
Güzel bir günün ardından Derya'yla başbaşa bir akşam yemeği yedik. Can Yücel Sokak'ında. Kırmızı şaraplarımız kadehlerimize doldururken birbirimizin gözlerine bakıp, gülümsedik. Ne günler geldi, ne günler geçti ve Derya yaşlanıyor. :) Benden hep biraz daha yaşlı...
Yemek ertesi güzel bir eğlence bizi bekliyordu. Apar topar (Hep geç kalırız ama hep ki; nefret ettiğim bir şeydir geç kalmak ama Derya'ylayken bu durum böyle. Eh ben erken hazırlansan onu bekliyorum ki; en nefret ettiğim şey... Farkındaysanız birinden nefret ederken, diğerinden en ediyorum. :P ) hazırlanmak için eve gittik. Topukluları ayaklara geçirip, rujları dudaklara sürüştürdükten sonra sabaha kadar içip, dans etmek adına Marche'nin yolunu tuttuk.
Ertesi gün uyandığımızda pestilimiz çıkmıştı desem yalan olmaz çünkü yaşlandık. (Bunu ancak Derya anlar. Ortaokul, lise dönemlerimizde yazları iki buçuk ay boyunca her gece içer ve ertesi gün zinde kalkardık. Öss'ye hazırlanırken Cumartesi partilere katılır, iki-üç saat uykuyla dersaneye gider, ders sadece dinlemez, bir de anlardık. Şimdi bizden geçmemişte, kimden geçmiş. :P )
En zoru da karşılıklı kahvelerimizi içtikten sonra, havaalanına doğru yol almaktı... Nasıl da güzel geldi; o üç gün ikimize de.

8 Ocak 2011 Cumartesi

izmir'deki sarı araçlar


bu haftasonu izmir'deyim ve inanılmaz mutluyum. deryuş'un doğumgünü bahanesiyle gelip, izmir havasını ciğerimin en derinliklerine kadar çekiyorum. gelir gelmez kendimi atıverdim alsancak sokaklarına. yürüdüm uzun uzun. geçmişten kareler geldi gözlerimin önüne. hiç bu kadar ayrı kalmamıştık izmir'imle. uzun zamandır da böyle buluşamamıştık başbaşa. deryuş görüşmeleirnde, çalışıyor. bense hasret gideriyorum.
ama bu hikayenin konusu izmir'e özlemim değil. izmir'deki ilk günümde, izmir'le, istanbul'un bir farkının daha anında yüzüme çarpılması. bildiğim bir gerçekliğin, beni buluvermesi. şöyle ki efendim, istanbul'daki taksicilerin (hepsi olamaz tabiki ama bu kelimeyi hak edenlerin) terbiyesizliğini herkes bilir. müşteriye açlıkları yok. yağrmur yağar almazlar. karda hayatta. trafikli bir bölgeye gidersiniz, giremezler. saat 15:00 dedin mi önünden on boş taksi geçer, hepsi olmaz işareti yaparlar elleriyle. yakına gidersiniz, ''arkadaki arabaya binin.'' derler. ayıptır ya. canıma nasıl tak etmiş ki, böyle hınçla yazıyorum.
neyse, dün yaşadığım bir olay. izmir'de konak pier'in oradan taksiye biniyorum. ''düz gideceğiz, köprü'ye.'' diyorum. izmir'li olmayanlar için dipnot: taksi'ye bindiğim yerin biraz ilerisinde iskele var ve yoldan üst geçitle oraya bağlanıyor. orası da geniş bir köprü çünkü ahmet piriştina zamanında izmir'i güzelleştirirken, kanak'a da el atmıştı. her neyse olay şu; bindiğim yerden 200m sonra köprü var. taksici beni alıyor. ben köprü'ye deyince hiçbir problem çıkıyormuyor ve 200m gittikten sonra ''otobüs duraklarından önce mi sonra mı?'' diye soruyor. şaşırıyorum ve o da şaşkınlığımı anlayıp. ''köprünün orada inmeyecek miydiniz?'' diye soruyor. daha da şaşırıyorum. ama adamın bnei yanlış anlamasına değil. nasıl oluyorda bu adam üç lira için beni arabasına almış ve kızmadan, benimle güler yüzle konuşuyor? haa, bu taksici de istanbul'daki neci? tamam daha az trafik olabilir. tamam daha az streste olabilir. ama bu insanlar aynı saat dilimleri içerisinde, araçlarında ve yollardalar. taksici genci, ''yok, yok köprü'ye'' diye yanıtlıyorum ve ona teşekkür ediyorum. bu kadar anlayışta, benim bünyeme ters canım. adam hem iki adımlık yer sanıyor, hem tam müşteri bulabileceği bölgeden geçerken beni arabasına alıyor, hem de güler yüzlü, hiç kızmamış bana. aman allah'ım!
ama şunu da söylemelim ki, gençkene :)) izmir'de yaşarken ve henüz on beşlerimdeyken, alsancak'tan on ikide eve dönerdim taksici amcalardan korkmak, çekinmek yerine gönül rahatlığıyla arka koltukta yayılırdım ve apartmana geldiğimizde taksici amca ben içeriye girinceye kadar beklerdi. ah be gözünü sevdiğim izmir'im. sonra ''siz izmirliler neden bu kadar şehrinize düşkünsünüz?'' başka yanıt isteyen?