17 Şubat 2011 Perşembe

iş dünyası

gecenin bu saattinde sette ışık yapılıyor ve benim de yapacak hiçbir şeyim yokken düşünüyorum. 'biz ne yapıyoruz?' diye. ekip ilk gün sabah 06:00'da set dedi. o gün sabaha karşı 04:00'e kadar çalıştık ve o günden bu yana 4 gün geçti. bugün de saat sabaha karşı 02:00 ve bunun daha en az 5 saati var. normal bir durum mu? sanırım manyaklık.
ama kimse de değil, asıl anormallik bende.
normal olmayan bir işten çıktım, en az eskisi kadar anormal bir sektöre girdim. burdan bir anlam çıkarmaya çalışmak istemiyorum. alacağım cevap, kendimi pek memnun etmeyebilir gibime geliyor.
daha 13 yaşındaydım. konservatuvara başlamak için geçmem gereken bir sınav da doktor sınavıydı. vücudum baleye uygun mu diye, doktor karar verecekti. hiç unutmam halit bey. halit pınar. seneler sonra ön çapraz bağımı kopardığımda beni ameliyat eden doktorum, 13 yaşındayken bana dönüp, ''bu güzel vücudu bale yaparak harcayacaksın, yazık. bırak bu sevdayı'' demişti. o zamanlar gencim (güzelim) gözüm kara. herşeye gögüs gerebilirim bale için. ilk aşk. aşığım o zamanlar. saftan bir çocuk düşünün işte beni. babam, annem sonsuz destek ama ilk başta tüm zorlukları sıralıyorlar... hepsine tamamım, yeter ki balerin olabileyim. makarna yok. pilav yok. dondurma yok. var olanlar mı? çocuk yaşta rejim. ya da sağlıklı beslenme. diyet yoğurt ve süt. bunlar bir nebze olur da; sorun sürekli çalışmakta. eşek gibi. hocalar diyorlar ''madencilikten sonra dünyadaki en zor 2. meslekmiş.'' kabulüm. ben mutluyum. (tahta uçlu) pointlerin üzerinde zıplar, o tahtalar parmak derilerimin içine girer, yarar, kanatır, tekrar giyerken daha da acır; problem değil. heves etmişim bir kere. bileğimi burkarım, ertesi gün derste gözümden yaş gelir hareketi yaparken, daha da şişer. lifim kopar, aman allah'ım ne acıdır. olsun. daha bitmedi. belim esnek değil. yüz üstü yatırırlar, baldırlarıma biri oturur, kollarımı arkaya uzatırım, 1-2-3 bir çeker, başım popoma değer. nefesim kesilir, belim kopar ama ne acı. ertesi gün tekrar yaptırırım. sırtımı dayayıp duvara, yere otururum. bir bacağımı biri, diğerini bir başkası tutar. iki ayrı tarafa ayırırlar, duvara birleştirirler. gözümden yaşlar gelir, 'sakın bırakmayın' diye bağırırım. biraz kalsın ki, alışsın kaslar. ertesi gün aynı terane, bir farkla pat lif atıverir, anında davul gibi bir çıkıntı kasığında. bacağını bile kapayamazsın. yürüyemezsin. en sevdiğin spor kayak mı? aman ha! yüzme. olmaz. ters kaslar çalışır. yazın bisikletle gidiyorsan her yere, artık yürümeli. o bisiklet üst bacağı bir şişirir ki, o da hiç istemedğimiz birşey. hiç bayılmadım, rejim yapıp. ama bayılanını çok gördüm. çünkü konservatuvarlar tehtit diyarıdır. sana süre verirler. zayıflayamadın mı? yallah. ''ee buna denk okul yok'' dersin. olsun, lise son musun? git başla orta birden. kilo alırken hocalarına mı sordun. kanter içinde provalar yap ama bir salatalıkla dur bütün birgün. sonra kendini bilmezlik tasla, bayıl. işi gücü yok okulun seni hastaneye kaldırsın. gözünü aç hastanede bin bir türlü laf işit. o değil de, ben birgün ön çapraz bağımı kopardım. nasıl canım acıyor, yerde kıvranıyorum. ders veren hocam ''bırak nazlanmayı da, kalk ayağa'' dedi. ''iyi misin?'' diye soran yok. şimdi acı acı gülebiliyorum hiç olmazsa. o zamanlar bu kadar olgun değildim tabi. daha ne hikayeler. kafana sandalye yemediğin mi kalır, hiç yemedim. ama arkamdan ayakkabı fırlatan hoca muhakkak olmuştur. en kötüsü de egolar. bir keresinde bir hocamla çatıştım. kadın (küfür etmemek için) söylemediğini bırakmadı bana. ben de dersi terk ettim ama kapıları vura vura. herkes şaşkın. esin o sene sınıfta aldım çünkü öyle bir kural var. kurula 7 hoca girer sene sonu, sadece biri geçirmezse geçemezsin. kalırsın. onca senen yanar kül olur. hem de ne uğruna. kendilerinin küçücük egoları. canım ya...
neyse şunu diyordum, kapıyı vurdum ama bir patırtı kütürtüyle. o gün insanları ikiye ayırmayı öğrendim işte. kendisine iyi davranılınca, iyi olanlar. ve kendisine kötü davranılınca seni sayanlar. ve daha sonra öğrendim ki 2. şık çoğunluktaymış bu hayatta. iyi niyetin su istimal edilirmiş genelde. ilk öğrendiğim zamanda, hocama öyle terbiyesizce davranmıştım ki, bana saygı duymaya başlamıştı. o günden sonra aramız hiç kötü olmadı. hatta o güne kadar bana öldürücü bakışlar fırlatan kadın, o günden sonra ne zaman görse gülümsemeye başladı. garip değil mi?

konservatuvar bana çok ciddi bir hayat okulu oldu. oldu olmasına da çabuk yorulmamı da sağladı sanırım. biraz bıktırdı. çok anı var anlatılacak. çok söz var söylenecek. herkes hakkında yapacak bir sürü dedikodum vardır. kendi hakkımda bile.
ama konu şu: bıraktım sanat camiyasını. bitirdim bale hayatımı. akabinde ne yaptım. tıpkı bale kadar deli, saçma, kendime eziyet eden bir başka iş buldum. muhtemelen set sabah 08:00 civarı biter. bu da birşey mi? sabah sete 06:00'da gelip, ertesi gün eve 15:00'de dönüp, sonra 17:00de uykudn uyandırılıp, şirkete gittiğimi, sonra bayıldım zannedip, ayakta uyuyakaldığımı da biliyorum. çok seviyorum kendime eziyet etmeyi canım. ruhumda var.

ben çocukken de böyleydim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder